AKP’ye ve ortaklarına karşı olağan siyasi koşullardaki olağan partilermiş gibi muhalefet yapılmaya çalışılması, mücadele sorumluluğundan kaçışa dönüşmüştür.

Aday belirleme ölçütleri

Olağan bir kapitalist ülkede ve olağan bir siyasi rejimde genel ve yerel seçimlerde siyasi partilerin aday belirleme süreçlerinin dayandığı temel ölçütler, eğer ilkesizlik egemen değilse, adayın parti görüşlerine yakınlığına ve seçimleri kazanma potansiyeline bakılarak yapılır. Yerel seçimlerde genel seçimlere kıyasla adayın seçim kazanma potansiyeli biraz daha öne çıkabilir. Gerçi dar bölge seçim sistemine sahip ülkelerde genel seçimlerde dahi bu son ölçüt daha ağırlıklı olabilir. Keza, siyasi geçişkenliklerin yüksek olduğu yani siyasi ilkesizliğin yaygınlaşıp kanıksandığı düzen partilerinde de ikinci ölçütün öne çıkması yadırgatıcı olmaz. Marksist temelli sol partilerde ise her zaman için parti ilkeleri esastır. Öyle olmak zorundadır; yoksa popüler isimlerin peşine düşüp oy kovalamaya öncelik verdiklerinde kendi ilkelerini, dolayısıyla da siyasi tutarlılıklarını ve kimliklerini aşındırmış olurlar.

Peki, uzun süredir iktidara çökmüş bir sağ-despotik partinin dinci-faşist bir rejim kurma sürecini çalıştırdığı olağanüstü siyasi koşullarda yaşanıyorsa bu ölçütlerin öncelik sırası değişmez mi? İktidardaki meşum koalisyonun -neoliberal yağma ortaklığı dışında- kararlı bir siyasi hedefe sahip olduğu, kendi adaylarının bu hedefin dışına çıkmasına izin vermediği (çıkanları çarçabuk elediği) bir ortamda, muhalefet partileri kendi gevşek aday belirleme süreçleriyle oyalanma hakkına sahip olabilirler mi? Olurlarsa, bu aymazlık kendi sonlarını (her türlü muhalefetin de sonunu) hızla hazırlamış olmaz mı?

CHP ve aday belirleme süreçleri

Konuyu CHP’ye getirelim. Cumhuriyetin kurucu partisinin en azından cumhuriyet ilke ve kurumlarını savunanların partisi olması, buna uygun adaylar belirlemesi beklenmez mi? 2002 seçimlerini ele alalım. İki partinin barajı geçebildiği iki partili bir TBMM oluşmuştu. CHP başlangıçta Meclis’e 178 milletvekili taşımıştı. Ama kısa bir süre sonra bu milletvekillerinden 23’ünü kaybetmişti. Bunlardan 7’si AKP’ye, 6’sı ANAP’a, 1’i DYP’ye, 1’i Halkın Yükselişi Partisi’ne olmak üzere 15’i sağ partilere geçmiş, 7’si de bağımsız olmuştu. Biri de Sosyal Demokrat Halkçı Parti’ye geçmişti. Kapsamı ve hızı bakımından siyasi tarihimizin önemli bir dönemecini oluşturan bu sonuç, CHP yönetiminin cumhuriyetin kurucu partisi olma niteliğini ve sorumluluğunu taşımaktan ne kadar uzaklaştığını da göstermişti. (Bereket aynı dönemde AKP de fire verdiği için TBMM’de Anayasayı değiştirme çoğunluğuna ulaşamamıştı). CHP açısından bu bir istisna olmayacaktır çünkü izleyen seçim dönemlerinde de seçilmiş temsilcilerini sağ partilere kaptırma veya milletvekili adaylarını sağdan aday devşirme alışkanlıkları devam edecektir. Ekonomik ve siyasi çıkardan başka hiçbir hedefi olmayan merkezi ve yerel adayların da belirlenebiliyor olması, bu uygulamaların “sıradan hatalar” veya “ihmal edilebilir istisnalar” kapsamında görülemeyeceğini göstermektedir.

Ortada, eksikliği duyulan bir parti ideolojisi sorunu vardır. Görünürde herkes dinci rejime karşıdır ama kimse cepheden laiklik savunusu yapamamaktadır. Görünürde herkes bağımsızlıkçıdır, ama kimse emperyalizme karşı somut bir duruş geliştirememekte, örneğin NATO’ya ve Türkiye’deki ABD/NATO üslerine doğrudan karşı çıkamamaktadır. Hatta NATO’nun genişlemesine karşı Meclis’te karşıoy kullanmaya bile cesaret edilememekte, bu yol zaten grup kararıyla tıkanmaktadır. 

Böyle olunca da şimdiki yerel seçimlerde görüldüğü gibi, aday belirleme ölçütlerinin ağırlıklı olarak genç ve kadın adayları tercih etmek üzerinden oluşturulması büyük bir marifetmiş gibi sunulabilmektedir. Peki ama, dinci-faşist rejimin hızla mesafe kazandığı ve Mart seçimlerinden sonra iyice azgınlaşacağının öngörüldüğü koşullarda önceliğin takıntı düzeyinde bu tür yaş/cinsiyet ölçütlerine verilmesi siyaseten anlamlı mıdır? Peki CHP’nin aday belirleme sürecinde şu sayılan dört ölçüt neden öne çıkarılamaz?  

1) Siyasi çizgide ve ideolojide tam bir berraklığa sahip olunması. Burada CHP bağlamında aranacak asgari düzey, kararlı bir aydınlanmacı çizgiye sahip olunması olabilirdi. (Bu tabii, aday belirleyenlerin de böyle bir berraklığa sahip olmasına bağlıdır; Partinin programında yazması yeterli olmaz).

2) Fark yaratacak bir toplumcu belediyecilik (sosyal belediyecilik değil!) anlayışının adaylarda aranması. Burada toplumun emekçi kesimlerine hizmet götürmeyi birinci kaygısı sayan ve sermayeye mesafe koyan bir anlayıştan bahsedilmektedir. (Aynı başlangıç sorunu burada da vardır: Aday belirleyenlerin böyle bir niteliği ve kaygısı var mıdır?). 

3) İktidar bloğunun seçimlerden sonra iyice sertleşecek hukuki, idari, ideolojik ve siyasi saldırılarına karşı yerel toplumun direnme mevzilerini pekiştirebilecek niteliklere sahip adayların seçilmesi. (Soru aynıdır: Bir nevi siyasi savaşçıların belirlenmesini içeren böyle bir sürece uygun bir parti yapılanması mevcut mudur?).

4) Adayların ve onları belirleyenlerin, adaylaşma öncesinde veya (başkan, meclis üyesi) seçildikten sonraki süreçte, herhangi bir karşılıklı çıkar ilişkisi içinde olmamasının mutlaka sağlanması. Elbette bununla da bağlantılı olarak yerel yönetici olarak belirlenenlerin yolsuzluklara bulaşmamış ve bulaşmayacak kişiliklerden seçilmesi ve işleyişin parti denetçileri tarafından tüm icraat dönemince izlenmesi esas olmalıdır. (Normalde bunların bir ölçüt olmaması gerekirdi; ama sermaye güdümlü siyaset düzeninin yozlaştırdığı toplumsal ilişkilerin ne yazık ki CHP dahil bütün sistem partilerinde yansımaları bulunmaktadır. Örneğin salt dördüncü ölçütü alsanız bile, CHP’nin eski yönetiminde aday belirlemede kirli ilişkiler içine girdiği görülen bazı simaların bugünkü aday belirleme süreçlerinde de kilit noktalarda olmaları nasıl açıklanabilir?).

Bu nitelikleri milletvekili düzlemine de taşıyabilirsiniz. Peki bu niteliklere sahip kaç yerel yönetici adayınız var? Eğer bu tür adaylar azınlıktaysa, CHP’nin aday belirleme yöntem ve ölçütlerinin sağ düzen partilerinden esaslı bir farkı kalmamış demektir. Hatta iktidar partisinin cumhuriyet/aydınlanma karşıtlığını militanlık düzeyine taşıyan adaylarına kıyasla çok daha hazırlıksız ve donanımsız olmak anlamına gelir. Burada sayılan niteliklerin CHP adaylarını sosyalist kimlikli adaylara yaklaştıracağı düşünülebilir. Ama zaten bugünün Türkiye’sinde cumhuriyet ve aydınlanma mücadelesini samimi olarak yürütenlerin yoğunlaştığı siyasi hareketler de komünist/sosyalist hareketler değil midir? CHP seçmeni içinde de sosyalist kimlik taşıyan azımsanmayacak bir kesim vardır. Onun haricindeki CHP seçmeninin çoğunluğunun bile yukarıda sayılan niteliklere uygun adaylar istediği, CHP seçmeni ile CHP yönetimi arasındaki açıklığın giderek büyüdüğü net değil midir?

Bu ölçütlere öncelik verdikten sonra genç ve kadınlara pozitif ayrımcılık tanıyan bir süreci de çalıştırmanıza engel yoktur elbette. Ama gençlik de görecelidir. Türkiye’nin yaş ortalaması yükselen mevcut nüfus piramidinde, belediye başkanı veya milletvekili adayı olmak için 35-55 yaş kesitindekiler de oldukça genç sayılır. Ayrıca bu, bu yaş diliminin üzerindeki adaylara hiç yer vermemek anlamına da gelmez, gelmemelidir.

Hangi deryada yüzdüğünü bilememek!

AKP’nin uzun iktidar döneminde anamuhalefet görevi yapan CHP yönetimlerinin ana sorunu, iktidar partisinin niteliğini tam kavrayamamak olmuştur. İktidardaki dinci siyasetin yürüttüğü toplum mühendisliği hafife alınmış, hatta yok sayılmış (“laiklik tehlike altında değildir”), laiklik üzerinden yürütülecek bir mücadelenin iktidarın işine yarayacağı telkinlerine uyulmuş; radikal bir siyasi çizgiden yani emekten, kamuculuktan, anti-emperyalizmden yana bir çizgiden muhalefet yapmaktan özenle kaçınılınca da sağ ve sığ bir çizgiden muhalefet oyununa dahil olmak yeterli görülmüş, hatta bunun seçim kazandıran bir stratejiye dönüşebileceği dahi hayal edilebilmiştir.

Aradan geçen 21,5 yıla rağmen AKP’nin olağanüstü nitelikte bir siyasi hareket olduğu, hem faşist hem de İslamcı niteliklere haiz sıra dışı bir rejim oluşturduğu kavranamamış gözükmektedir. İktidar partisinin bu özelliklerinin birbirinin tamamlayıcısı olduğu, Türkiye’de bir şeriat rejimi kurabilmenin faşist bir despotizmi örgütlemeden mümkün olamayacağı anlaşılamamıştır. Dolayısıyla AKP’ye ve ortaklarına karşı olağan siyasi koşullardaki olağan partilermiş gibi muhalefet yapılmaya çalışılması, mücadele sorumluluğundan kaçışa dönüşmüştür. Meclis’te ve medyada görünür olmak ve öze dokunmayan (iktidarın gerçek niyetlerine ve arkasındaki sermaye gücüne vurmayan) eleştirilerle yetinmek üzerinden muhalefet yapıldığının düşünülmesi CHP yöneticilerinin ve seçilmişlerinin en büyük açmazıdır. Bu nitelikte bir muhalefetle görevini yapmış olmanın huzurunu duyabilmek, bugünkü siyasi koşullarda kendi vicdanını kurtarmaya bile yeterli değildir ki bu dahi ancak geçici bir dönemde sürdürülebilir. Rejimin olağanüstülüğünü kavramamak veya 22 yıldır kaybedilen mevzilere rağmen böyle bir niteliği yokmuş gibi davranmak, dinci-faşizm yolunun taşlarının döşenmesinin edilgen destekçisi olunduğunun farkına varmamak anlamına gelmektedir ve tarihi vebali büyüktür. AKP’nin sermayenin doğrudan/dolaylı, aktif/pasif işbirlikçiliğiyle kurduğu kirli siyasi düzene doğru tepkiler vermemenin, yüzünü radikal bir tavırla emekçi kesimlere dönememenin, bu kesimleri despotik siyasi iktidara ve sermayenin ekonomik iktidarına karşı örgütleyememenin bedelleri olacaktır bunlar.

Sonuç

İşte 31 Mart yerel seçimlerini bu bağlamda karşılayabilmek gerekmektedir. Erzincan İliç’te olduğu gibi emekçiler başta olmak üzere insan yaşamına ve çevreye asla değer vermeyen, emperyalizmin ve patronların çıkarlarını her şeyin üstünde tutan, kentsel rantların ve kamu varlıklarının yağmalanmasını sistematik bir uygulamaya dönüştüren, depremleri bile yeni inşaat rantları ve siyasi sömürü alanları olarak görebilen, yargıyı yedeğine alarak sorgulanamaz bir iktidar türü oluşturan, kadın ve laiklik düşmanı anlayışlarını şimdi yobaz eğitim programları üzerinden ilk ve orta eğitim çocuklarına daha yüksek dozlarda musallat etmeye yeltenen bir düzene hayır demenin yeni bir fırsatıdır da bu seçimler. Bu seçimleri aynı zamanda kamu yönetimine/toplumcu belediyeciliğe ilişkin sosyalist ilkelerin daha fazla duyulacağı ve sahiplenileceği bir platforma çevirmek, sosyalistlere düşen görevler kapsamındadır.