Nâzım’ı daha çok konuşup yazacağız. Onun kavgasını, özlemlerini, erdemlerini, zayıflıklarını, aşklarını, aldatışlarını, aldanışlarını. Ve yazdıklarını…

Pişmanlık

Bir haftalık zorunlu moladan sonra, üstelik molayı da hatırlatarak devam ederken, böyle bir başlık pişmanlığın bu ara vermeyle ilgili olduğunu akla getirebilir. Öyle değil. Büyük şairimizi doğum yıldönümünde anarken konuştuklarımızla ilgili biraz. Biraz da yaşla ilgili sayılabilir; pişmanlıklar yaşla doğru orantılı olarak artar, ya da artma eğilimi gösterir, diyelim.

Sevdiğim ve bir ara birlikte yararlı işler yaptığımız bir arkadaşım, yıllar önce, bir topluluk karşısında konuşurken, ben hiç pişman olmadım, devrimci pişman olmaz, demişti ya da bu anlama gelecek bir sözdü. O toplulukta bulunan biri olarak, arkadaşımın hemen ardından söz alıp bu dediğine itiraz etmeyi düşünmüş, ama kırmamak için vazgeçmiştim. Olur mu kardeşim, devrimci dediğin de insandır; hiçbir pişmanlık duymamış insan var mıdır, eğer öyle iddia ediyorsa hiç yaşamamış demektir, diyecektim. İyi ki söylememişim, heyecanlı bir çocuktu, coşturucu konuşmalar yapardı, gereksiz yere incitici bir müdahale olacaktı, diye kendimi avuturum aklıma geldikçe.

Hem pişmanlık dediğimiz de öyle kısacık bir sözcükle anlatılabilecek kadar geçip gidiveren bir durum ya da tutum değil ki… Pişmanlık var, pişmanlık var… Herhangi bir “şey” için duyulan keşke hiç yapmasaydım, hiç söylemeseydim, hiç yazmasaydım, hiç yaşamasaydım pişmanlığı var örneğin. Buradaki “şey” sözcüğünün yerine verilen bir kararı ve onunla bağlantılı olarak gerçekleştirilen bir eylemi, dostlar yahut düşmanlar karşısında edilmiş bir sözü, herhangi bir yerde yazılmış bir cümleyi koyabiliriz. Bu tür pişmanlıklar kötü olmakla birlikte, yine de üstesinden gelinebilir. En kötüsü, bunlardan herhangi birini ya da tümünü yapmış olmaktan, yapmak için belli uzunlukta bir ömür dilimini ayırmış olmaktan duyulan pişmanlıktır ki, insanı ondurmaz. Hele hayatının en önemli seçmesini, bir gençlik coşkusuyla, bir mutlu etkilenişle yaptıktan ve uzunca bir süre ona bağlı kaldıktan sonra “nadim olup” dönenler, neredeyse bir kural olarak, insanlıktan çıkarlar.

Şu son cümlede söylediğim bilimsel bir bulgu değil elbette, o nitelikteki incelemelere dayanmıyor. Ama sayısız denebilecek kadar çok tanıklık ile doğrulabiliyor, eskilerin deyişiyle “tecrübeyle sabit.”

Devam edelim.

Buraya kadar kapılanı ondurmayan pişmanlıktan söz ettik. Bir de her insanın kapılabileceği, hatta kapılmakla bir kayba uğramayıp yanlışlarını, yanılgılarını gözden geçirip düzeltebileceği türden pişmanlıklar var.  Yukarıda onların üstesinden gelinebilir kategorisine sokulabileceğine değinmiştik. Sözü biraz daha uzatırsak, bunlara keşke hiç yapmasaydım, hiç söylemeseydim, hiç yazmasaydım hayıflanmaları değil, en genel anlatımıyla, o sorunu öyle değil de şöyle çözmüş ya da çözmeye uğraşmış olsaydım pişmanlığı denebilir ki, sakıncalı olmak bir yana, kendini  gözden geçirme ve geliştirme açısından son derece yararlıdır.

Peki, koca Nâzım’ın son eşi Vera Tulyakova’nın anılarında sözünü ettiği pişmanlığına ne demeli, hani Ataol Behramoğlu tarafından dilimize çevrilişinden sonra okuyup öğrendiğimize?

Şöyleydi: “Ülkemden ayrılmakla hata ettim. Dağlara çıkmak ve çetecilik yapmak gerekirdi. Halkının geleceği için mücadele eden insanın halkıyla canlı bir bağ içinde olması gerekir. Bugün gerçekçi olan tek yol budur. Öldürülürdük. Fakat ne çıkar bundan? Birkaç yüz şiir daha az yazılmış, ne önemi var bunun? Ülke içinde mücadele etmek gerekir. Ben hata ettim. Buradan onlara yararlı olamazdım.”

Ne kadar hüzün verici! Yalnız hüzün mü? Hayranlık uyandıran bir inancın çaresizliği de yok mu burada? Belki de bu nedenle hüzün veriyor.

Yıllardan 1961’dir. Nâzım Dünya Barış Konseyi’nin bir yetkilisi olarak Küba’ya gitmiş ve Fidel’e Barış Ödülü vermiştir. Vera Hanım Havana’dan dönüşünde bu sözleri söylediğini aktarıyor. O aktarmasaydı bilemezdik. Ama ressam dostuna seslenerek şu dizeleri yazdığını biliyorduk, yan yana sıralıyorum:

“sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin/ işin kolayına kaçmadan ama/ gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil/ ne de ak örtüde elmaların/ ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini/ sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin/ 1961 yazı ortalarında Küba’nın resmini yapabilir misin/ çok şükür çük şükür bugünü de gördüm ölsem de gam yemem gayrının resmini yapabilir misin üstat/ yazık yazık Havana’da bu sabah doğmak varmışın resmini yapabilir misin”

Eşine anlattığı pişmanlığı ile bu dizeleri birlikte okuyup düşünmek gerekir. Bir yandan yıllarca sürmüş hapislik yıllarının ürünü ciddi kalp rahatsızlıklarının, bir yandan yasalara ve alışılmış uygulamalara aykırı olarak yaşı elliye dayanmışken askere çağrılmasının, bir yandan ülkede estirilen yeni baskı havası ve sosyalist/komünist hareketin güçsüzlüğünün etkisiyle yurt dışına çıkmak zorunda kalışını izleyen yılların, coşkulu mücadeleci ve devrimci şair Nâzım için, hiç de “mutluluk” verici olduğu ileri sürülemez. Sovyet ülkesine varışının üzerinden iki yıl bile geçmeden, Mart 1953’ün ilk günlerinde Stalin ölmüş, üç yıl sonra da Şubat 1956’da Yirminci Kongre faciası yaşanmıştı. Buradaki “facia” sözcüğünü, izleyen yıllarda hem ülke içinde hem pek çok kapitalist ülkedeki komünist partilerde ortaya çıkan sarsıntıları da hesaba katarak kullanıyorum.

Demek istediğim, yaklaşık 10 yıldır ikinci ülkesi içinde yaşayıp gözlemledikleri de eklenirse, bütün o yılların “çözülüş”ün  habercileri olduğunu hiç sezmemiş olduğunu düşünmek, hem doğru olmaz hem de onun gibi duyarlı bir sanatçı ve komünist için aşağılayıcı bir anlam taşır. Dolayısıyla, parti ve ülke içindeki çalkantılarla dünyadaki sosyalist iktidar mücadelelerindeki durgunluğun birleştiği o günlerin, onların  içerideki ve dışarıdaki  uzantılarıyla izlerinin, Nâzım için güle oynaya yaşanacak bir dönem oluşturmadığını öne sürmekte herhangi bir yanlışlık yoktur. Eğer öyleyse, Küba’da görüp yaşadıkları, onun epeydir azalmış yaşama sevincini kışkırtan ve mutluluk ile özdeşleştirmeye değer gördüğü bir kısa yaşantı olmuş, ona eşinin geride kalanlara aktardığı sözleri söyletmiş, yukarıdakilere benzer dizeleri yazdırmıştır, diyebiliriz.

Bu düşüncenin, ya da iddianın diyelim, daha belgeli kanıtlı dayanaklara ihtiyacı olduğunu öne sürenler çıkabilir. Öyle bir itiraz karşısında, belleğim bundan 45 yılı aşkın bir süre geriye götürüyor beni. Yetmişlerin ikinci yarısında, aralarında Yalçın Hoca’nın da bulunduğu birkaç arkadaş, çalışmaktan yorulduğumuzda, kimi zaman da düpedüz gevezelik etme ihtiyacı duyduğumuzda fantezi söyleşilere koyulurduk. Bizim Hoca, devrimden sonra beni Moskova’ya büyükelçi olarak, daha iyisi, boş zamanı bol bir temsilcilik göreviyle göndermenizi isteyebilirim, derdi. Gerekçesi şuydu: Bana sorulursa onun en önemli eseri olan ve “Endüstrileşme Sürecinin Temel Sorunları, Sovyet Deneyimi 1925-1940” başlığıyla yayımlanmış, on yıl kadar sonra genişletilmiş biçimiyle ve “Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Kuruluşu” adıyla yeniden yayımlanacak çalışmasının eksik kaldığını düşünüyordu. Eksikliği tamamlamak için İngiltere’deki Birmingham Üniversitesi’nde yürüttüğü çalışmaları sırasında imkân ve kaynak bulamadığı, ama Sovyet ekonomisini çözümlemek bakımından çok önemli gördüğü yıllara ilişkin araştırmalar yapmak istiyordu. O yılların Nâzım’ın zorunlu göçmenlik döneminin bir bölümü ile çakıştığını hatırlıyorum.

Diyeceğim, Nâzım’ın hayatının ve eserinin önemli bir bölümünü oluşturan o dönem de ciddi olarak incelense ve bunu yapabilecek olanlar için imkân sağlanabilseydi, ne iyi olurdu! Ama, herhalde ve ne yazık, bu dediğim gerçekleşmesi mümkün olmayan bir dilekten öteye gitmiyor. Yine de dile getirmeden edemedim.

Neredeyse çeyrek yüzyıl geçmiş üzerinden, Sosyalist İktidar Partisi’nin öncülüğünde “Bu memleket bizim, Nâzım bu memleketin” diyerek gerçekleştirdiğimiz çalışmada 1 yıl boyunca 500 bin imza topladıktan sonra, 1 Haziran 2001 tarihli  soL  dergisinde yayımlanmış bir değerlendirme yazısını şöyle bitirmişim; noktasına virgülüne dokunmadan bugün de öyle yapıyorum:

Nâzım’ı daha çok konuşup yazacağız. Onun kavgasını, özlemlerini, erdemlerini, zayıflıklarını, aşklarını, aldatışlarını, aldanışlarını. Ve yazdıklarını…

Eşitlik ve özgürlük mücadelesi sürdükçe, şiir yazanlar ve okuyanlar var oldukça. Bu demektir ki, insan soyu yaşadıkça…