''Evet, sosyalist devrime inanıyoruz. Ya da Türkiye’de sosyalist devrime inanıyoruz. Ahlaki bir yanı var ama ondan ibaret değil.''

Türkiye ve Sosyalist Devrim: Bir Hayalin mi Peşindeyiz?

“Siz gerçekten devrime inanıyor musunuz” sorusu herhalde yalnızca Türk komünistlerine sorulmuyordur. 

Sovyetler Birliği’nin yıkılışının üzerinden 32 yıl geçti. Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı diye adlandırırdık 20. yüzyılı. İşte o yüzyılın son on yılı ve onu takip eden dönemde “sosyalizme geçiş” anlamına gelebilecek tek bir örnekle bile karşılaşmadık. Sınıf mücadeleleri sürdü ve bazı ülkelerde zaman zaman çok keskin biçimler aldı; sokaklar, fabrikalar, yoksul mahalleleri hareketlendi; Latin Amerika’da heyecan veren gelişmeler yaşandı ama toplama baktığımızda dünyada mevcut sistemden zarar gören milyarlarca kişinin umutla yüzünü döndüğü bir sosyalist atılım gerçekleşmedi.

Bu nedenle “siz gerçekten devrime, sosyalizme inanıyor musunuz” sorusu eğer bir liberalin ya da bir döneğin alaycı imasının ürünü değilse, son derece haklı bir soru.

Daha ilginç olan, bu soruyu farklı ülkelerden komünistlerin birbirine sormaya başlaması. Kişisel olarak birkaç kez bu sorunun muhatabı olduğumu söyleyebilirim. 

“Siz Türkiye’de sosyalist devrim olacağını gerçekten düşünüyor musunuz?”

Burada kuşkusuz Türkiye vurgusu önemli. “Başka yerlerde belki ama Türkiye’de imkansız olan bir hedefi neden temel strateji haline getiriyorsunuz” anlamına geliyor bu soru.

Öyle ya Türkiye yıllarca ABD’nin ileri karakolu olan bir NATO üyesi. Sosyalizm açısından zorluk derecesini yükselten ölçüde muhafazakar bir toplum, üstüne siyasal İslam’ın ciddi ağırlığı. Askeri darbeler, siyasi cinayetler, katliamlarla devrimci hareketi bastırmayı alışkanlık haline getiren bir düzenden söz ediyoruz. Komünist parti onca çabasına rağmen seçimlerde yüzde 1’e dahi yaklaşamıyor.

Böyle bir ülkede TKP neden daha gerçekçi hedefler belirlemiyor da, ısrarla sosyalist devrimin güncelliğinden söz ediyor?

Bu soruyu yanıtlamaya çalışacağım. Ama önce en az teorik ve siyasal bir açıklama kadar değerli olduğunu düşündüğüm ahlaki bir vurgu yapacağım.

“Yalancı, iki yüzlü kişilere mi benziyoruz…”

Kendi ülkemizde emekçi insanlar, iyi niyetle “devrime inanıp inanmadığımızı” sorduklarında onlara bu karşı soruyla yanıt veriyoruz.

Bu çok önemli çünkü, bize göre, sosyalist devrimin güncelliğine inanmasak, komünist parti gereksizleşirdi. Hep söylediğimiz gibi barış için, demokrasi için, insan hakları için mücadele çok önemli ama bunlar için komünist partiye de komünist olmaya da gerek yok.

Evet, sosyalist devrime inanıyoruz. Ya da Türkiye’de sosyalist devrime inanıyoruz.

Ahlaki bir yanı var ama ondan ibaret değil.

Önce biraz nesnel koşullardan söz edelim. Türkiye Cumhuriyeti ilk kurulduğunda, ülkemizin sorunlarından biri kapitalizmin az gelişmiş olmasıydı. İşçi sınıfı sayıca azdı, Sovyet Rusya’nın yanı başında olmamıza rağmen, emperyalist işgale karşı kurtuluş savaşını sosyalizme taşıyacak bir örgütlenme için maddi koşullar oldukça zayıftı. Komünistlerin Anadolu’da hızla artan popülaritelerine rağmen 1920’lerde hegemonik güç olması neredeyse imkansızdı.

Uzun bir süredir ise Türkiye’nin temel sorunu, kapitalizmin bizzat kendisi. Bir başka deyişle artık kapitalizmin gelişmemesi değil, gelişmesi sorun.

Türkiye’yi geri kalmış bir ülke olarak değerlendirmek, hele hele Komintern’de bazen ciddi yanlışlara neden olan o üçlü sınıflandırmada üçüncü ve ikinci grup arasındaki bir konuma yerleştirmek saçma.

Zaten artık bu tür sınıflandırmalardan kaçınmakta yarar var. Kapitalizm bütün dünyada gereğinden fazla hüküm sürdü. Evet bazı ülkeler için hâlâ “geri” sıfatını kullanabiliriz ama dünyayı 1930’ların kriterleriyle değerlendiremeyiz. Türkiye’yi asla…

Türkiye’de devrimci bir dönüşüme öncülük edebilecek sayıda proleter var. Emekçi sınıfların kafa ve kol emeği açısından da, temel sektörler açısından da dengeli bir yapıya sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Türkiye ciddi bir sanayileşme sürecini geride bıraktı, küçümsenmeyecek bir altyapısı var. Tarımda kendi kendine yetebilecek kaynaklara sahip olan Türkiye ekonomisinin kapitalizmden kaynaklanan köklü sorunlara ek olarak bir tek enerjide bağımlılık sorunu olduğunu söyleyebiliriz. Bunun da şiddetini azaltabilecek ve bugün değerlendirilmeyen kaynaklara sahip olunduğu bir gerçek.

Dolayısıyla Türkiye tamamen nesnel açıdan devrim için gerekli sınıf temeline, sosyalist kuruluş için gerekli maddi ve beşeri kaynaklara sahip.

Ve Türkiye alabildiğine istikrarsız bir ülke. İstikrar göreli bir kavram. Ama istikrarın kapitalist dünyada burjuvazi için büyük bir güvence olduğunu biliyoruz. Ekonomik ve siyasi istikrar demek, sermayenin emekçi halkı yönetme yeteneğinin sürmesi demek. Bu anlamda Türkiye’de burjuva diktatörlüğünün hiçbir şansı yok. Ülke ekonomik, siyasi ve ideolojik açıdan onarılamayacak fay hatlarının üzerine kurulu.

Bu anlamda Türkiye’nin yalnızca güçlü bir devlete ve dinsellikle şekillendirilmiş bir topluma indirgenmesi son derece yanıltıcı olur.

Türkiye’de devletin bizzat kendisini de etkileyen ciddi toplumsal çelişki ve taraflaşmalar hiç eksik olmuyor. 

Sosyalist devrimlerin yalın anlamda emek-sermaye çelişkisinden kaynaklanmadığını biliyoruz. Dahası hiçbir devrimci yükseliş daha baştan “sosyalist” bir karakter taşımıyor. Dipte yatan neden elbette her zaman sınıfsal çelişkiler ama onları tetikleyen ya bir savaş ya büyük bir hukuk skandalı ya da bir yolsuzluk oluyor. Bazen siyasi bir cinayet tam tersi bir sonuç doğuruyor ve egemenlerin hiç beklemediği bir halk hareketi ortaya çıkıyor.

Türkiye bu açıdan sürprizlere gebe bir ülke. Genellikle tatsız ama bazen heyecan ve umut verici ani gelişmelerin yaşanabilmesi, devrimci bir perspektif açısından elbette bir olanak.

Rahatlıkla söyleyebiliyoruz ki, Türkiye nüfusuyla, ekonomisiyle, proletaryasıyla, aydınıyla, coğrafik pozisyonuyla ve elbette bitip tükenmeyen çelişkileriyle nesnel açıdan devrimci bir kopuşa gebedir.

Belki bu kavram unutulmuş olabilir ama Türkiye emperyalist zincirin zayıf halkalarından biridir.

O halde, “Türkiye’de sosyalist devrime inanıp inanmadığımız” sorusunu öznel faktör açısından yanıtlamaya geçebiliriz.

Bizim açımızdan temel mesele çok sade bir biçimde şudur: Türkiye’de bir devrimci yükseliş durumunda, tarihsel bir fırsatı kaçırmamak için bugünden ne yapmalıyız?

Bir kere devrimlerin işçi sınıfı hareketinin ve onun öncüsü olarak komünistlerin doğrusal karakterde büyümesinin sonucu olabileceği fantezisinden uzak durmak gerekiyor. Bu bir fantezidir çünkü sosyalizm mücadelesinin birbirini takip eden ve önceden öngörülebilecek basamaklardan oluştuğunu varsayımına dayanmaktadır.

Oysa gerçekte sosyalizm mücadelesi, önceden bilinemeyecek ani gelişmelere gerçekçi ve devrimci bir perspektifle hazırlanmaktır. Gelişmeleri önceden bütün boyutlarıyla bilemeyiz ama her ülkede çelişkilerin hangi noktalarda biriktiğini, hangi toplumsal kesimlerin hangi ideolojik-siyasi duyarlılıklara sahip olduğunu saptayabilir ve ona göre konumlanabiliriz.

Burada hiç vazgeçilmeyecek olan işçi sınıfı içinde örgütlenmek ve kökleşmektir. Ancak bu örgütlenme ve kökleşmenin, en trajik örneğini 1914 öncesi Almanya’da gördüğümüz gibi işçi kitlelerini statükoya bağlayacak karakterde olmamasına özen göstermek gerekiyor.

Sanıldığı kadar kolay değil bu. İşçi sınıfının ücretler başta olmak üzere, güncel gereksinim ve talepleri etrafında sürmekte olan mücadele ve örgütlenmelerin her durumda devrim için bir okul anlamına gelmediği çok açık olmalı. Tersine, güncel kazanımların hem işçi kitlelerini hem de onun öncü partisini devrimci bir nesnellikte hareketsiz kılabildiğini birden fazla örnekte ve acı bir biçimde gördük.

Komünist partileri, devrimin yükseldiği bir konjonktüre kendisini hantallaştıracak yüklerle girmemeli. TKP seçim başarısına ve sendikal güçlenmeye büyük önem vermekle birlikte, burada elde edilen mevzilerin, gerekli ideolojik-siyasi titizlik gösterilmediğinde, işçi hareketini (çoğu kez farkında olunmadan) sisteme bağladığı gerçeğini unutmadan hareket ediyor.

Bolşevik deneyin arkasına saklanma kolaycılığıyla hareket etmiyoruz. Bolşeviklerin kimsenin beklemediği bir hızla 1916 sonundan 1917 Ekim’ine kadar etkisini artırdığı doğru. “Bolşevikler de küçük bir partiydi…” önermesi bu anlamda elbette bir tarihsel gerçeğe yaslanıyor. Ancak tek başına kaldığı sürece bu önerme bizi yanlışa sürükler. Küçüklük-büyüklük göreli kavramlardır. Bolşevikler yalnızca 1917’de değil, savaşın hemen başlangıcından önce de etkilerini hızla artırıyorlardı. 1903 sonrasındaki inişli-çıkışlı muazzam siyasal ve örgütsel emeği saymıyorum bile.

Dolayısıyla yıllarca etkisiz kalıp “Bolşevikler de küçüktü” demek kendi kendini aldatmaktır.

Ancak şu da bir gerçektir: Bolşevikler kendilerini düzenin kurumları içinde hiç sınamadılar. Onların kendi ölçütleri vardı. Hazırlık döneminin bazı unsurları tarih yazımında çok öne çıktı, bazıları ise fazla önemsenmedi. Ama biliyoruz ki bütün diğer siyasi hareketler burjuvazinin “büyük” dünyasında “küçük” hesaplarla ilgilenirken, Bolşevik Parti’nin kendi gündemi vardı ve bu anlamda dışarıdan bakıldığında çocukça gözüken bir “oyun” oynuyorlardı.

Sonra o büyük siyaset tarihin çöplüğüne yuvarlandı, Bolşeviklerin oyun oynamadığı, tersine çok büyük bir işe kalkışıp, başarılı oldukları görüldü.

TKP’nin Bolşevikleri taklit etme niyeti yok. Ama Bolşevikleri ve onlardan sonra gelen başarılı ya da başarıya neredeyse ulaşabilecek örnekleri anlamak bizim açımızdan önemli. 

Türkiye’de devrimci hareketin biri iki yaparak, ikiyi üç yaparak, doğrusal bir büyümeyle, aritmetik bir artışla başarıyı yakalama şansı yok. Türkiye bütün muhafazakar görüntüsüne rağmen siyasi ve ideolojik dengelerin çok ama çok hızlı değişebildiği bir ülke. Bu ülkede sayılardan, nicel büyüklüklerden daha değerli olan, müdahale noktalarına yerleşmek ve doğru yönde müdahaleler yapmak.

TKP bunun için uğraşıyor.

Kuşkusuz TKP devrimci bir yükselişin kendisini hissettirmediği, geniş kitlelerin bu düzeni değiştirmek için gerekli siyasal ve ideolojik enerjiden oldukça uzak olduğu koşullarda kapitalist düzende geçerli olan başarı kriterlerinin baskısını üzerinde fazlasıyla hissediyor. Popülerlik, medyatiklik, parlamenter temsiliyet ve burjuva siyasetiyle aynı düzlemde var olmamız için bizi seven kesimlerde son derece iyi niyetli bir beklenti var. Onlar inandıkları, bazı açılardan benimsedikleri partinin başarısını somut olarak görmek istiyorlar.

Buradaki sorun yalnızca uyanık olunmadığında burjuva kurumların komünist bir partiyi devrimci değerlerden uzaklaştırma olasılığı değil. Bundan daha tehlikeli olan, toplumdaki ortalama beklentiye seslenmeye başlayan bir komünist partisinin o ortalama tarafından belirlenmeye, ona uygun bir ideolojik ve siyasi karaktere bürünmesi olasılığıdır.

Her ülkenin bu açıdan farklı bir siyaset iklimine sahip olduğunu unutmamak gerekiyor. Sınıf bilincinin son derece inişli çıkışlı bir seyir izlediği Türkiye’de, işçi sınıfının ancak çok sınırlı bir kesiminin kalıcı, değişmeyen bir devrimci pozisyona sahip olduğunu unutmamamız gerekiyor. Erken kitleselleşme süreçlerinin tarihsel misyonlarımıza zarar verebileceğini bilmek, örgütlenme ve büyümekten korkmak anlamına gelmiyor. Ama yine de toplumsal dinamiklerin durumuna göre en uygun ölçeği belirlemek konusunda Marksizm-Leninizmin bugüne kadarki birikiminden yararlanarak ayarlamalar yapabildiğimizi söyleyebiliriz.

Son olarak Türkiye’de sosyalist devrimin önüne bir devrim aşaması olarak “demokratik devrimi” ya da uzun bir vadeye yayılacak olan bir demokratikleşme sürecini çıkaranlara dair bir şeyler söylemek istiyorum.

Türkiye solunda “milli demokratik devrim” “sosyalist devrim” tartışması neredeyse bütün bir 1960’lar ve 70’lerin en önemli meselesi olmuştu. Zaman içinde bu tartışmanın önemsizleşmesi, solun önemli bir kısmının açıkça ya da örtülü bir biçimde “devrim” fikrinden vazgeçmesinin sonucu oldu. Bugün Türkiye’de açıktan “demokratik devrim” stratejisiyle hareket edenlerin sayısı oldukça az. 

TKP bu tartışmalarda çok kararlı bir biçimde “sosyalist devrim stratejisi”ni savundu. Sosyalist devrim perspektifinin “Troçkizm” ile etiketlenmesinin son tahlilde Troçkizme hizmet anlamına geldiğini yıllar boyunca savunduk. Hatta “Stalin geleneğini savunan” bir parti olarak, bu tutumumuz yakın tarihlere kadar oldukça ilginç bulundu.

Dediğim gibi şimdilerde bu tartışma eski önemini yitirdi. Ama Türkiye’nin önce “demokrasi”ye ulaşması gerektiği düşüncesi hiç değişmedi. 

Bir de sosyalizmden önce Türkiye’nin “bağımsız” olması gerektiğini düşünenler de var.

Önce demokrasi diyenlerin sık sık Lenin’e başvurduklarını biliyoruz. Burada detaylara girmek istemem ama şu unutuluyor: Lenin’in “demokratik devrim” üzerine yazdıkları, Rusya’da ve başka birçok ülkede burjuva devrimlerinin hâlâ nesnel bir gerçeklik olduğu dönemlerde yazıldı. Bolşeviklerin stratejisinden bağımsız, nesnel bir olgu olarak burjuva devrimleri bir gerçekliğe sahipti.

Bu dönem tamamen kapanmıştır. Lenin’in düşüncesinde, burjuva demokrasisini inşa etmek gibi bir stratejik görev hiçbir zaman olmamıştı ama burjuva devrim süreçleri konuyu karmaşık hale getiriyor ve işçi hareketinin bu süreçlerle ilişkilenmesi gerekiyordu. Burjuva devrimleri dönemi kapandıktan sonra ise komünist partilerin demokrasiyi kurmakla ilişkileri sadece ve sadece sosyalist demokrasi bağlamında ele alınabilir.

Bağımsız bir Türkiye’nin sosyalizmi öncelemesi fikri ise daha da büyük bir sorunu barındırmaktadır. Türkiye’de bağımsızlık talebi komünistlerin her zaman gündeminde oldu. TKP işçi sınıfı yurtseverliği ile milliyetçilik arasındaki farkı vurgulamakla kalmadı, bu farkı derinleştiren teorik müdahalelerde bulundu.

Ancak bugünün dünyasında, kapitalizm koşullarında, bir ülkenin “bağımsız” olabilmesi mümkün değildir. “Bağımsız” derken elbette “izole” olmayı kastetmiyoruz. “Bağımsız”lık bir ülkenin siyasal, ekonomik, kültürel tercih ve kararlarını kendi iç dinamikleri doğrultusunda belirleme yeteneğidir. Bu anlamda egemenlik kavramı ile birlikte ele alınmalıdır bağımsızlık.

Uluslararası tekellerin egemenliği hüküm sürerken, bütün kapitalist ülkeler bu uluslararası sisteme bağımlılık üretirler ve bu aslında herkesi içine alan bir bağımlılıktır. Kapitalizmi yıkmadan “bağımsız” olma hedefinin o ülkenin emperyalist hiyerarşide üst basamaklara tırmanmasından başka bir şeye hizmet etmeyeceği ortadadır. Komünistlerin böyle bir hedefin parçası olması düşünülemez bile.

Geriye bir devrim aşaması olmasa bile Türkiye’nin demokratikleşmesi fikri kalıyor. Bir dönem bu Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğiyle özdeşleştirildi. TKP bu fikre çok şiddetli bir biçimde karşı çıktı, solda neredeyse tek başına kaldı. “AB’nin ne olduğunu biliyoruz ama oradaki özgürlükler bile bizim için çok değerli” diyordu liberal solcular.

Anlamadıkları şuydu; Avrupa’da daha iyi, daha hoşgörülü bir sermaye sınıfı yoktu. Kıtanın özelliği, güçlü demokratik kitle hareketlerine ve işçi sınıfının tarihsel çıkışına zemin olmasıydı. Bunlara belli başlı Avrupa ülkelerinin emperyalist sistemdeki ayrıcalıklı yeri eklendiğinde, emekçi yığınların göreli daha fazla hakka sahip olması şaşırtıcı olmuyordu.

Bununla birlikte bu hakların ne denli kırılgan olduğunu yakın tarih gösterdi. Burjuvazinin yönetme yeteneğinde ortaya çıkan en küçük bir aksama ve ekonomik krizlerin derinleşmesi, “Avrupa demokrasisi”nin bütün yaldızlarını döküveriyordu. İlk akla gelenin Alman faşizmi olması doğal ama hepimiz biliyoruz ki, 1933-45 Almanyası kanlı bir tarihin sadece bir bölümünü kapsıyor.

Bugün Kuzey Amerika ve Avrupa’daki burjuva demokrasileri, burjuva diktatörlüklerinin en fazla tahkim edildiği ülkelerdir. Yalnızca havucu iyi kullandıkları için değil; bu ülkelerde sermayenin elindeki sopa da çok güçlüdür.

Havuçtan sopaya geçişin komünistlerin ya da başka devrimcilerin ölçüsüzlüklerinin ürünü olduğunu düşünenler ciddi ölçüde yanılıyorlar. Bu yanılgı, 1933’te Hitler’in iktidara gelişini KPD’nin “sol” politikalarına bağlamaya benziyor. KPD devrimci hedeflerle hareket ettiği için değil, yeterince hazırlanmadığı ve etkili olamadığı için eleştirilebilir elbette.

Faşizm her durumda anti-komünizmdir ve bu anlamda her devrimci yükseliş bir karşı devrim riskini de içinde barındırır. Ancak burjuvazinin özgürlükleri kısıtlaması için elle tutulur bir sosyalizm tehdidi hiç de gerekli değildir. Baskıların artması, savaşlar, faşizm gibi olgular kapitalizmin kriz dinamiklerinin ürünüdür. Bu bağlamda toplumsal hoşnutsuzluğu (bir devrimci yönelim olmasa da) yönetebilmek için burjuva demokrasisinin alanını daraltmaları, hatta onu tamamen ortadan kaldırmak istemeleri mümkündür.

Zaten komünistler herhalde burjuvaziyi ürkütmemek gibi bir stratejiyle hareket edemezler! Zamanlama, erken ve boş hamleler yapmamak, güçler dengesini iyi hesap etmek önemlidir ama “demokrasi”yi kurtarmak için devrimden vazgeçecek değiliz.

Zaten devrimci bir yükseliş bizim stratejik tercihimiz olamaz. O nesnel bir olgudur. O yükselişi sosyalizme taşımak bizim tercih ve görevimizdir. Bu görevden kaçmak, yalnızca tarihsel bir fırsatı kaçırmak anlamına gelmez aynı zamanda faşizmin de önünü açmak anlamına gelebilir.

TKP “Türkiye’ye önce demokrasi gelsin” yaklaşımını reddediyor. Hangi demokrasi? Demokrasi nedir? Gibi soruları sorma hakkını elinde tutuyor. Ve daha önemlisi, demokrasi mücadelesinin ancak sosyalizm hedefine bağımlı, onun bir uzantısı olduğunda anlam taşıyacağını düşünüyor. Gelişkin ve istikrarlı bir “burjuva demokrasisi”nin Türkiye’nin kapitalizm cehenneminden kurtuluşuna hizmet etmeyeceğini, tersine düzeni daha korunaklı kılacağı tezimizden asla vazgeçmiyoruz.

İyi ki, bu imkansız. İyi ki kapitalizm denen barbarlık Türkiye’de normalleşemiyor ve sürekli sorun yaşıyor.

Bizim yaklaşımımız bu. O nedenle “siz Türkiye’de sosyalist devrime gerçekten inanıyor musunuz” diye sormayın bize yoldaşlar. “Siz sosyalist devrim için bugün neler yapıyorsunuz” sorusu bizi daha fazla heyecanlandırır, bu eksende yapacağımız tartışmalarda birbirimizden daha fazla şey öğreniriz.

* Bu makale Ekim ayında gerçekleştirilen 23. Uluslararası Komünist ve İşçi Partileri toplantısına sunulmuş, dost ve kardeş partilere yollanmıştır.