Türk-Sovyet ilişkilerinde ilk kapsamlı sarsıntı Lozan Antlaşması’na yönelik hazırlık süreci ve konferans sırasında yaşanmıştır. 

Kurtuluş, Kuruluş ve İki Savaş Sürecinde Türk Dış Politikasında SSCB Boyutu

Kurtuluş Savaşı dönemi

Birinci Dünya Savaşı Osmanlı Devleti’nin aslında neredeyse iki yüzyıl süren çöküşüne nokta koymuştu. Çöküş süreci boyunca Osmanlı Devleti’ni yönetenlerin aradıkları çıkış yolları bir zamanlar bulunduğu bölgenin ve hatta ötesinin yazgısına etki yapabilecek güce erişmiş olan imparatorluğun sonunu engellemedi ama gelecekte olacaklar bakımından hiç kuşkusuz belirleyici oldu. 

Milliyetçilik bunlardan biriydi. Osmanlı’nın yönetici sınıfının bir bölümü Avrupa’dan Balkan topraklarına sirayet eden bu akımın vagonuna en son atlayanlardandı. Osmanlı’nın kimi zaman isteyerek kimi zaman büyük emperyalist devletlerin dayatmasıyla gösterdiği reform çabaları aslında bir anlamda tabuta çakılan son çiviler oldu. Buradan nostaljik bir anlam çıkartılmasın. Çağını doldurmuş ve zaten ortadan kalkması gereken bir yapının ölümünden söz ediyoruz.

Tanzimat döneminde ön plana çıkan “Tercüme Odası” çıkışlı ve askeri kariyerle ilişkisi bulunmayan “Hariciyeci Paşalar”ın1 hükmü çok uzun sürmedi.  Bunların en önemli mirası devletin son gününe kadar devam eden “Denge Oyunu” oldu. İngilizci, Fransızcı, Rusçu paşalar ve hizmetinde bulundukları padişahlar büyük devletlerin çıkar çatışmalarını Osmanlı’nın ömrünü uzatacak tek çare olarak gördüler ve bu yönde çalıştılar.

Çöküş döneminin sonlarında Osmanlı Devleti’nin kaderini belirleyen büyük ölçüde askeri bürokrasi oldu. Balkanlarda acı şekilde yaşayarak deneyimledikleri milliyetçiliğin yanında askeri okullarda ve daha sonra görev yaptıkları ordularda bulunan yabancı askeri “uzmanlar” aracılığıyla Batı’ya hâkim olan düşünce akımlarıyla da tanıştılar. Bu karşılaşmadan edindikleri birikim kişisel özelliklerine, yeteneklerine bağlı olarak, izleyen yıllardaki düşünsel ve siyasal yönelimlerini de şekillendirdi. Daha açık bir deyişle, tamamı aynı tezgâhtan geçtiler ama ortaya farklı ürünler çıktı. Milliyetçilik bu kadrolarda egemen bir fikirdi ama milliyetçilikten anladıkları da değişkenlik gösteriyordu. Osmanlı Millet sisteminin din esaslı olması bazılarının da kafasını karıştırmıştı. “Türk Milleti miyiz, İslam Milleti mi?” sorusunun yanıtı birçoğu için bulanıktı. 

Belki burada şu kaydı da düşmek gerekir. Milliyetçilik esas itibarıyla Balkanlar üzerinden gelen bir siyasi akımdı ama Türk Milliyetçiliği fikri Kuzey’den geldi. Rus Çarlığı’nın reform çabaları sonucu yavaş yavaş serpilen Tatar okumuşları içinden çıkan ve Osmanlı Türk aydınlarıyla da bağları bulunan kimi isimler Türk Milliyetçiliği’nin omurgasını oluşturdular. O milliyetçiliğin başat unsuru ise ırktan ziyade kültürdü. Türkiye topraklarında milliyetçiliğin mucidi sayılan Ziya Gökalp bu yüzden “hars” yani kültür üzerinde duruyordu. Bunun gündelik karşılığı aslında dildi ve en kestirmesinden Türkçe konuşanlar Türk’tü! Yazının konusu bu olmadığı için burada keselim.

En nihayetinde, Turan’a koşarken helak olanlar, kısmetini Ortadoğu’da arayıp yeni bir hilafet arayışına girenler, padişahsız bir devlet düşünemeyenler, Kurtuluş Savaşı’nı başlatan, yöneten, yönlendiren ve en nihayetinde yeni bir devletin temellerini atan ve bu devleti “berkiten”ler hep bu kadrolardan çıktı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son nefesi ve son savaşı devam ederken 1917’de V. İ. Lenin Rus Çarlığı’nın sonunu ve salt Rusya için değil insanlığın tamamı için yeni bir dünya umudunu ilan ediyordu. Kimi tarihçilere göre, Rus Çarlığı’nın çökmesinde can çekişen Osmanlı’nın müttefiki Almanya ile Çanakkale’de önce İngiliz-Fransız donanmasını sonra da kara güçlerini yenilgiye uğratması önemli rol oynamıştı.

Osmanlı topraklarında sosyalizm kısıtlı çevreler dışında bilinen bir siyasal akım değildi. Hiç kuşkusuz bu konuda yazıp çizenler, anlayabildiği ölçüde anlatabilenler vardı. Bu alanda akla ilk gelen isim Parvus Efendi’dir. Parvus Efendi geç Osmanlı döneminde kalem oynatanlar arasında kuşkusuz en etkili olanlardan biridir. Sınırlara sığmayan, tartışmalı bir Marksist olarak bilinen Parvus, İttihat ve Terakki ile de yoğun ilişkiler kurmuştur. Bununla birlikte Parvus’un Türkiye’nin kaderini çizen o kadrolar üzerindeki fikri etkisinden söz edilecekse sosyalizmden ziyade Türkçülük ve Alman yanlılığı üzerinde durmak yerinde olur.

Buraya kadar özetlenenlerden çıkartabileceğimiz, Kurtuluş Savaşı’nı başlatacak öncü kadrolar bakımından sosyalizm ve Rus Devrimi’nin ilk etapta ilgi ve sempati uyandıran bir nitelik taşımadığıdır. Sözünü ettiğimiz Osmanlı subayları bakımından o ana kadar Rus Devrimi’nin önemi, son üç yüz yıldır Osmanlı’nın “Nemesis”i gibi görülen bir devleti yıkması ve işgal ettiği Osmanlı topraklarından çekilmesini sağlamasıyla ilintilidir.

Ulusal Mücadele’yi yöneten kadrolar yukarıda da anlattığımız gibi fikir ve amaç bakımından heterojendir. Nihai hedef ve benimsenecek yöntemlerde görüş birliği bulunmadığı açıktır. Nitekim, cephede savaş sürerken, TBMM Hükümeti aynı anda hem Düvel-i Muazzama (Büyük Devletler) yani Fransa, Birleşik Krallık, İtalya gibi ülkelerle, hem de bunların tam da karşı kutbunda konumlanmış Sovyet Rusya’yla temas arayışını hiç kesmez.

Sovyet Rusya da o sırada kanlı ve çetin bir iç savaş yaşamakta, Büyük Devletler’in desteklediği Çar yanlısı generallere karşı bir ölüm kalım savaşı vermektedir. Bu ortamda Mustafa Kemal Paşa’nın kuruluşunu 23 Nisan’da ilan ettiği TBMM ile Sovyet Rusya arasında “ortak düşman”a, yani adlı adınca emperyalizme karşı iş birliği yapma fikri sürpriz sayılmasa gerektir. Güney Kafkasya’da yaşanan çalkantılar da iki yönetimin doğrudan teması için gerekli pratik gerekçeyi sağlamaktadır zaten. 

Zafer Toprak bu işbirliğini “kara gün dostluğu” olarak niteler.2 Bu yakınlaşmanın dostluk mu, mecburiyet mi olduğu tartışmasında gelecekte yaşanacak gelişmeler belirleyici olacaktır. Ortada jeopolitik gerçekler vardır. Sovyet Rusya, emperyalizme karşı mücadele eden TBMM Hükümeti’ni desteklerken, aynı zamanda güneybatı kanadını ve Güney Kafkasya’yı korumak istemekte, Anadolu hareketinin olası yenilgisinin özellikle Güney Kafkasya’daki dengeleri emperyalizm lehine değiştirebileceğinden haklı olarak çekinmektedir. TBMM Hükümeti açısından ise Sovyet Rusya’nın desteği işgalcilere karşı hem askeri hem diplomatik bir koz anlamı taşımaktadır.

Üstelik bu destek savaşın sonucunu belirleyecek kadar kapsamlı olacaktır. Çeşitli kaynaklara bakılırsa Sovyet Rusya 1922 yılının sonuna kadar TBMM Hükümeti’nin dönemin kuruna göre toplam değeri 17,5 Milyon altın Ruble olarak hesaplanan nakdi yardımda bulunmuştur.3

Veriler kaynaklara göre farklılık göstermekle birlikte, Sovyet Rusya’dan 40 bin civarında tüfek, 250 makinalı tüfek, yüzden fazla top, büyük miktarda cephane alındığı bilinmektedir. Diğer yandan, Sovyet Rusya’dan alınan iki küçük gambot,  TBMM Hükümeti’nin ilk deniz gücünü oluşturmuştur demek yanlış olmaz.  Sonuçta, kimi araştırmacılara göre, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması için harcanan kaynakların %35’i Sovyet Rusya yardımlarından oluşmaktadır.4

Ufku her anlamıyla burjuvazinin perspektifiyle sınırlanmış TBMM Hükümeti’nin komünizme veya o günkü deyimle Bolşevizm’e yakınlık duyduğu söylenemez.  Ekim Devrimi liderliği de bunun farkındadır. V. İ. Lenin bunu şöyle ifade eder: “Mustafa Kemal sosyalist değildir. Fakat, görülüyor ki iyi bir örgütçü, yüksek anlayışlı bir önder. Ulusal burjuva ihtilalini yönetiyor. İlerici, akıllı bir devlet adamı. Bizim sosyalist devrimimizin önemini anlamış olup, Sovyet Rusya’ya olumlu davranıyor. O, istilacılara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor. Emperyalistlerin gururunu kıracağına, padişahı da yardakçılarıyla birlikte silip süpüreceğine inanıyorum. Ona, yani Türk halkına yardım etmemiz gerekiyor.”5

Ankara’da çoğalan kırmızı kalpaklar, “yoldaş” hitabının sıkça duyulması, “aslında biz de komünistiz, bakın parti de kurduk” söylemleri doğal olarak içerik ve samimiyetten yoksundur. Mili Mücadele’ye destek veren Mustafa Suphi ve arkadaşlarının başına gelenler Anadolu hareketinin başını çekenlerin komünizme yaklaşımının somut göstergesidir. 

Ali Fuat Paşa (Cebesoy) 21 Kasım 1920’de Moskova’da TBMM Hükümeti’nin ilk elçisi olarak görevine başlar. 20 Ekim 1920’de TBMM ile Ermenistan Yönetimi arasındaki görüşmelere Sovyet Rusya’nın temsilcisi/arabulucu sıfatıyla katılan Budi Mdivani ise 5 Mart 1921’den itibaren resmen Sovyet Rusya’nın Ankara nezdindeki temsilcisi olarak tanınır.6

İlişkilerin resmi çerçevesini çizen ilk belge ise 16 Mart 1921’de Moskova’da imzalanan Türkiye-Sovyet Rusya Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması’dır. Antlaşma’nın 1. maddesi TBMM tarafından belirlenen Misak-ı Milli sınırlarının Sovyet Rusya tarafından tanındığı hükmünü içerir. 

Bunun önemi, sadece dünyada henüz hiçbir devlet tarafından tanımamış bir yönetimin yurt sınırı olarak tayin ettiği toprakların tanınmasından ibaret değildir. TBMM-Sovyet Rusya, daha sonra da Türkiye Cumhuriyeti-Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ilişkilerinin geleceği bakımından daha da önemli husus Osmanlı Devleti’nin Rus Çarlığı’na kaybettiği üç vilayet toprağının büyük ölçüde geri alınması ve Anadolu topraklarında Sevr Antlaşması’nda (Sèvres) ifadesini bulan başka etnik devlet ya da devlet kurulmasına yönelik emperyalist planlara karşı ortak bir duruş sergilenmesidir.

Başta Lenin olmak üzere ne Sovyet Rusya yöneticileri ne de Mustafa Kemal ve Anadolu devriminin öncüleri birbirleri hakkında boş hayaller ve umutlar beslememişlerdir. Lenin Anadolu Hükümeti’nin komünist olmadığının, Mustafa Kemal’in de sosyalist bir ülke kurma hedefiyle hareket etmediğinin elbette farkındadır. Her iki liderin daha sonraki icraatlarında da açıkça görülecek olan pragmatik yaklaşım Sovyet-Türk yakınlaşmasının, Zafer Toprak’ı isabetli deyimiyle “kara gün dostluğu”nun temelini atmıştır.

Yakınlaşma sorunsuz olmamıştır. Türkiye tarafında, işgalci devletlerin işbirlikçisi ve hizmetkarı haline gelmiş Saray Hükümeti ve ondan beslenenler TBMM Hükümeti’nin “kana susamış Bolşevik haydutlar” olduğu propagandasını daha yüksek sesle dillendirme fırsatını kaçırmazlar.

Dönemin emperyalist patronu Birleşik Krallık, Türk-Sovyet dostluğunun bozulması için diplomatik plandaki çabalarını yoğunlaştırır.  Bu amaçla hem TBMM Hükümeti hem de Sovyet Rusya’ya siyasi ve ticari anlaşma teklifleri iletir. TBMM Hükümeti’nin Sovyet Rusya ile tesis ettiği ilişki, Sakarya Savaşı’nın ardından Anadolu direnişinin başarı şansının arttığını değerlendiren Fransa ve İtalya’nın “çıkış” arayışlarını da hızlandırmalarına neden olur. Gayrı resmi temaslar arttığı gibi resmi adımlar da peşi sıra gelir. Fransa 20 Ekim 1921’de TBMM Hükümeti ile Ankara Anlaşması’nı imzalayıp Sèvres’de elde ettiği Anadolu üzerindeki sözde haklardan vazgeçtiğini kabul eder. Fransa böylelikle emperyalist cephe içerisinde Ankara Hükümeti’ni ilk tanıyan devlet olur.  

Cephenin bir diğer ülkesi İtalya, 1921 yılının ilk aylarından itibaren, başta kendisine vaat edilen Anadolu topraklarının Yunanistan’a verilmesinden duyduğu rahatsızlığın da etkisiyle TBMM Hükümetiyle temas ve uzlaşma girişimlerini başlatmıştır. Anadolu’da toprak isteğinden vazgeçen ama bunun karşılığında ciddi ekonomik ayrıcalıklar peşinde koşan İtalya ile Ankara arasındaki temaslar inişli-çıkışlı bir seyir izlemiştir. Buna karşılık Kurtuluş Savaşı’nın ilk aylarından başlayarak İtalya’nın TBMM Hükümeti’ne silah sattığı çeşitli kaynaklarda7 belirtilmektedir.

Türk-Sovyet diplomatik ilişkileri bu çok değişkenli denklemde gerek Anadolu’nun gerek Güney Kafkasya’nın kaderini tayin etmiştir, demek yanlış olmaz. SSCB’nin tarih sahnesinden çekilmesinden sonra Gürcistan’da (Abhazya, Güney Osetya), Azerbaycan ve Ermenistan’da yaşananlar Moskova Anlaşması’yla somutlaşan Türk-Sovyet yakınlaşmasının önemini bir kez daha kanıtlamıştır.

Yinelemek gerekirse, Kurtuluş Savaşı boyunca Sovyet Rusya ile dostluk salt diplomatik anlamda da değil askeri anlamda da Ankara’yı rahatlatmış ve mücadelenin başarıyla sonuçlandırılmasında başat rol oynamıştır. 

Bu arada Ekim Devrimi, Sovyet Rusya’da da düşmanlarını alt etmiş, iç savaş Anadolu’dan son düşman askerinin çekildiği yıl da olan 1922 yılında sona ermiştir. İki genç devletin de önünde şimdi yeni ve çetin bir dönem açılmaktadır. Bu dönem, kan dökerek, can vererek kazanılanın masada emperyalizme tescil ettirilmesine sahne olacaktır.

Cumhuriyete giden yol: Lozan

11 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Mütarekesi emperyalizmin sahadaki savaşı kaybettiğinin diplomatik belgesidir. Ancak emperyalizmi geriletmek için bundan daha fazlası gerekecektir. 

TBMM Hükümeti Lozan Konferansı’na giderken elindeki en önemli koz savaşı kazanmış olmaktır.  Sovyet Rusya’nın dostluğu ve desteği ise bir diğer kozu oluşturmaktadır. Buna karşılık ülke sözcüğün her anlamıyla bir enkazdır. 1911’den 1922’ye kadar aralık vermeden savaşan Türkiye beşerî bakımdan da mali bakımdan da yoksuldur. Lozan’da karşısında bağımsızlığına bedel biçmek isteyen zengin ve küstah emperyalist cepheyi bulacaktır.

Cumhuriyet tarihine Şevket Süreyya Aydemir’in verdiği adla “İkinci Adam” olarak geçen İsmet İnönü, soyadını Kurtuluş Savaşı’nın başında elde ettiği iki askeri başarıdan alır. Öte yandan Lozan görüşmelerinde de İnönü’nün rolü vardır.

Mustafa Kemal ile İsmet Paşa arasındaki ilişki ve bu ilişkide yaşanan sarsıntılar birçok kitaba, incelemeye konu olmuştur. Kurtuluş Savaşı sırasında yabancı ülkelerle yürütülen diplomatik temaslarda yaşanan terslikler, örneğin kişisel hırsları olan Bekir Sami Bey’in emperyalistlerle imzaladığı ve şartlarını kafasına göre belirlediği anlaşmaların daha sonra TBMM Hükümeti tarafından tanınmamaları, Mustafa Kemal’i sadakati diplomatik deneyime tercih etmeye itmiştir. Siyasi veya askeri dehaya sahip olduğu iddia edilemeyecek ancak itaatkâr ve disiplinli bir asker bürokrat olan İsmet Paşa’nın Lozan’a gönderilmesi bunu göstermektedir.

Bütün bu tespitleri bir diğer tarihsel gerçeği gizlememelidir. Türk-Sovyet ilişkilerinde ilk kapsamlı sarsıntı Lozan Antlaşması’na yönelik hazırlık süreci ve konferans sırasında yaşanmıştır. 

O döneme Ankara’daki Sovyet Büyükelçisi sıfatıyla tanık olan S. İ. Aralov hatıratında bu konuya geniş yer vermiştir.8 Sovyet Rusya, henüz Lozan Konferansı gündeme gelmeden önce çok taraflı bir konferans önerisi getirmiştir. O dönem Dışişleri Bakanlığı işlevini üstlenen Dışişleri Halk Komiserliği, Birleşik Krallık, Fransa, İtalya, Mısır ve Balkan devletlerine bir nota ile başvurarak Ortadoğu bunalımının çözümü için bölge ülkelerinin de katılacağı bir konferans düzenlenmesini teklif etmiştir.  Önerinin dayandığı düşünce, bölgedeki sıkıntıların temelinde Türk Halkı’nın, bütün Türkiye toprakları ve bu arada başkent İstanbul ve Boğazlar üzerinde tam bir egemenlik hakkının tanınmamasının bulunduğu düşüncesi yatmaktadır. 

Aralov’un aktardığına bakılırsa, İtilaf Devletleri’nin desteklemediği bu öneriye TBMM Hükümeti de somut bir yanıt vermemiştir. Dönemin Başbakanı Rauf Bey (Orbay) bir an önce başta İngiltere olmak üzere İtilaf Devletleri’ne yakınlaşmanın yollarını aramaktadır. 

Sovyet Rusya’nın güvenliği bakımından kilit önemde bulunan Boğazlar Meselesi, dönemin Türk yöneticileri bakımından ikincil önemde görülmektedir. Sonraları Türkiye’de iç siyasi malzeme haline gelen ve o sırada İtalya’nın işgalinde olan On İki Ada meselesi gibi, burada da Türkiye’nin resmi gerekçesi “donanmasızlık”tır. TBMM Hükümeti bakımından öncelikli konu kara sınırlarının güvenliği ile ekonomik bağımsızlık ilkesi bakımından önemli görülen kapitülasyonların kaldırılmasıdır. 

Görünen o ki Kurtuluş Savaşı’nı kazanan Türkiye yöneticilerinin Sovyet Rusya ile ilişkilerin devamı konusunda kafaları karışıktır. O dönemde yaşanan dış ticarete dair sorunlar, bunların çözülme ya da çözülememe şeklinden İsmet Paşa gibi kimi kadroların pragmatik yaklaşımına karşın, Başbakan Rauf Bey’de cisimleşen bir kesimin Sovyet Rusya ile ilişkileri bir an önce olabilecek en düşük seviyeye indirme gayretinde olduğunu9 ortaya koymaktadır. Aralov bu konuları aktarırken İsmet Paşa ve Rauf Bey arasında bu konuda yaşanan çatışmaların ikili ilişkilerin lehine sonuçlanmasında Mustafa Kemal’in devreye girmesinin etkili olduğunu da vurgulamaktadır.

Sovyet Rusya, Aralov kanalıyla Türkiye ile ortak bir tutum belirleyerek Lozan’a gitme çabalarını sürdürürken, İngilizler ve Fransızlar ayrı ayrı girişimlerle Türk Hükümeti’ne Sovyet Rusya’nın “ağır ekonomik sorunlar, açlık vs. yüzünden çok yaşamayacağı” ve bu yüzden Türkiye’nin bir an önce bu devletten uzaklaşması gerektiği mesajını vermektedir. Yine Aralov’a bakılırsa bu mesajlar Mustafa Kemal tarafından ciddiye alınmamaktadır. 

Aralov’un bu yargısı ikili siyasi, ekonomik ve ticari ilişkilerin 1930’lu yılların sonuna kadar izlediği seyirle doğrulansa da Lozan Konferansı özelinde Türkiye’nin önceliği İttifak Devletleri’yle bir an önce anlaşmaya verdiği açıktır.

Lozan Antlaşması hiç kuşkusuz o belgenin imzalanmasından üç ay sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası geçerlik belgesi ya da yaygın deyişle tapusu olma niteliği taşımaktadır. 

Yeni cumhuriyetin iktisadi ve diplomatik yönelimi

Dış politikaya geri dönmeden önce 29 Ekim 1923’te tarih sahnesine resmen çıkacak cumhuriyetin iktisadi yönelimine bir göz atmak yararlı olabilir.

Kurtuluş Savaşı’nı yöneten ve yönlendiren kadroların tamamına yakını doğrudan İttihatçı olmasalar ya da Cemiyet’in önde gelen kadrolarını oluşturmasalar bile İttihat ve Terakki’nin düşünsel izlerini taşırlar. Cemiyet, iktidarının özellikle son döneminde Milli Ekonomi yaklaşımını benimsemiştir. Çöküş yüzyıllarında fiilen yarı sömürge haline getirilmiş, büyük çoğunluğu azınlık unsurlarından oluşan burjuvazinin etkin işbirliğiyle yoksullaştırılmış bir devletin başına geçen kadro, ekonomik kalkınmanın Türk/Müslüman unsurlardan oluşacak bir burjuvazinin devlet tarafından desteklenmesiyle mümkün olabileceğini düşünmüştür ve bu yönde adımlar atmıştır.10

Cumhuriyet kadrolarının benimsediği ana ekonomik çizginin de bu olduğunu İzmir İktisat Kongresi açık seçik göstermiştir. Yeni cumhuriyet, burjuvazinin çıkarları doğrultusunda işleyecek bir ekonomik ve toplumsal yapı öngörmektedir. Yeni Türkiye bu çubuğu tersine bükecek, en azından bu yönde çaba gösterebilecek örgütlülük seviyesinde bir emekçi kitlesinden yoksundur. Yeni rejim bunun böyle kalması konusunda kararlı olduğunu da en küçük işçi direnişine dahi olabilecek en sert biçimde müdahale ederek, sosyalist yönelimli örgüt ve hareketlere göz açtırmayarak ortaya koymaktadır.

Sanayileşme ve kalkınma devletin öncülüğünde ancak “yerli müteşebbis marifetiyle” gerçekleşecektir. Türkiye’nin bunun için dış kaynağa da ihtiyacı olacaktır. Bu dış kaynak bugün anladığımız anlamda büyük dış yatırımlar veya fon hareketleri değildir. Türkiye’nin tarımsal ürünlerinin rahatça Avrupa’ya satılabilmesi ve ihtiyaç duyulan sınai mamul ve yarı-mamullerin temin edilmesi ana hedeftir.

Sovyet Rusya Türkiye’ye bu anlamda yardıma hazırdır. Aralov’un anılarında Türkiye’nin gereksinim duyduğu petrolün gıda karşılığı Sovyet Rusya’dan alındığına değinir. Moskova, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türkiye’nin sanayi yatırımlarına da kayda değer destek vermiştir. Üstelik Sovyetler’in desteği bir tesis yapıp gitmekten ibaret değildir. Nazilli Basma Fabrikası’nda göreceğimiz gibi amaç aynı zamanda beşerî kalkınmadır. Fabrika tezgâh başında çalışılıp eve dönülen bir alan değil, sinemasıyla, tiyatrosuyla toplumsallaşmanın, aydınlanmanın üssü olmuştur. Bu model ilerleyen yıllarda birçok sanayi tesisinde uygulanmış ve fabrikalar bulundukları Anadolu kasabalarının çehresini değiştirmişlerdir.

Sovyet Rusya ile Türkiye arasındaki yoğun sınai ve ticari işbirliği, Kurtuluş Savaşı günlerindeki belirleyici askeri ve diplomatik destek Türkiye Cumhuriyeti’ni etkilemiş ancak sınıfsal dürtülerini ortadan kaldırmamıştır.

Konumuza dönersek, Lozan ve sonrasında Cumhuriyetin temel güdüsü Batı’ya yönelmek olmuştur. Burada bir faktörün daha altını çizmek gerekir. Cumhuriyet eliti Osmanlı devrinde Düvel-i Muazzama olarak tanımladığı Batı’nın büyük devletlerine özenmekte, medeniyetin Batı’da olduğundan kuşku duymamaktadır. Kurtuluş Savaşı’nın emperyalist devletlere karşı yürütülmüş olmasının Cumhuriyet’i kuran ve yönlendiren kadroların hayata anti-emperyalist bir perspektiften baktıklarını gösterdiği önermesi en hafif deyimle tartışmalıdır. 

Sonuç olarak, Lozan Konferansı’nda Türkiye, Boğazlar konusunda Sovyet Rusya’yı deyim yerindeyse ofsaytta bırakmış, takip eden yıllarda Cumhuriyet’in izleyeceği dış politikanın temel yönelimine dair somut işaretler vermiştir: Sovyetler Birliği’nin salt Boğazlarla ilgili bölüme değil Konferansın tümüne katılması önerisi de, Boğazların savaş ve barışta, Türkiye dışındaki tüm ülkelerin savaş gemilerine ve uçaklara kapatılması önerisi de TBMM delegasyonu  tarafından desteklenmemiş ve reddedilmiştir. 11

1936 yılında toplanan Montrö Boğazlar Konferansı Türk ve Sovyet önceliklerinin en azından Boğazlar ve Karadeniz bağlamında örtüştüğü bir diplomatik muharebedir. Konferans sonunda imzalanan sözleşme ile Türkiye Boğazlar ve pratikte Marmara Denizi üzerinde tam egemenlik tesis edebilmiş, Lozan’la getirilen ve Sovyet Rusya aleyhine emperyalist devletlerin çıkarlarını gözeten Boğazlar Rejimini sonlandırmıştır. Cumhuriyet Türkiyesi bu başarıyı elde ederken savaş bulutlarının sardığı uluslararası konjonktürden olduğu kadar, Sovyetler Birliği’nin ve kurulmasına önayak olduğu Balkan Antantı gibi bölgesel yapıların da desteğinden geniş ölçüde yararlanmıştır.

Müzakerelerde Birleşik Krallık ve Fransa yaklaşan savaşta yanlarında görmeyi umdukları Türkiye’yi çok zorlamamış, buna karşılık sözleşmeye Sovyet donanmasının Boğazlar’dan Akdeniz’e geçişini güçleştirecek hükümler eklenmesi için yoğun çaba harcamışlardır.12 Sovyetler’in kendisini ve genel olarak Karadeniz devletlerinin savaş gemilerine uygulanacak genel kısıtlamalardan büyük ölçüde muaf tutulmasını sağlaması ise Türkiye ve diğer Karadeniz ülkelerinin desteği ile mümkün olmuştur.

Lozan nasıl Türkiye ile Sovyet Rusya arasında oluşturduğu çatlağa rağmen derin bir bunalıma yol açmamışsa Montrö’deki işbirliği de mevcut ilişkilerin bir üst seviyeye taşınması gibi bir katkı sağlamamıştır.  

Esas itibarıyla, burjuvazinin yönettiği Türkiye için Sovyetler hiçbir zaman stratejik bir müttefik olmamıştır. Türk-Sovyet ilişkilerinin genel doğrultusunun, tek tek olgulardan ziyade, Türkiye’yi yönetenlerin taktik tercihlerin dönemsel olarak gösterdikleri farklılıklar düzleminde tartışılması daha akla yakın görünmektedir.

Somutlaştırırsak, Mustafa Kemal cumhuriyetin dış politikasına yön verdiği yıllarda Sovyetlerle karşı karşıya gelmemeyi önceleyen bir taktik benimsemiş, Sovyetler de Mustafa Kemal’in liderliğini yıpratacak hamlelerden diplomatik alanda olduğu kadar, Türkiye’nin iç işleri bağlamında da titizlikle kaçınmıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşanan isyanlarda Türkiye’nin yanında durmuş, bu isyanlardaki emperyalist müdahaleleri hızla teşhis ederek, bunları Ankara’yla paylaşmıştır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümü, İsmet Paşa’nın yeni cumhurbaşkanı olması ve koşar adım gelen II. Dünya Savaşı Cumhuriyet’in Sovyetlerle ilişkilerinde yeni bir dönemi de beraberinde getirecektir. 

Nöbet değişikliği ve yeni konjonktürle güçlenen yeni paradigma 

Kurtuluş Savaşı ve kuruluş döneminde Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadroların yukarıda uzun uzun anlatılan sebeplerle anti-komünist bir tutuma sahip oldukları açıktır. Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı dönemi de elbette buna istisna teşkil etmez. Burjuvazi iktidardadır ve o iktidarı korumak için emekçilere de emekçi sınıfın ideolojisine de göz açtırmayacaktır.

Atatürk’ün ölümü ve İsmet İnönü’nün Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci cumhurbaşkanı olarak göreve başlamasının ardından Cumhuriyet’in genlerinde mevcut anti-komünizmin zaman içerisinde anti-sovyetizmle derinleştiği görülecektir.

Kuruluşundan on beş yıl sonra Cumhuriyet belirli bir siyasi istikrar elde etmiş gibi görünmektedir. İsyanlar son ermiş, Lozan, Montrö derken Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı büyük ölçüde tartışılır olmaktan çıkmıştır. 1929 bunalımı Osmanlı enkazının üzerinde sıfırdan tesis edilen ekonomiyi sarsmıştır ama Türkiye devlet kapitalizmi olarak nitelendirilebilecek ekonomi modelini görece başarıyla sürdürmektedir. Bununla birlikte Mustafa Kemal’in ölümü Cumhuriyet kadrolarında bir endişe yaratmıştır. Kurtuluş Savaşı’nı kazanan ve Türkiye’ye bir Aydınlanma hamlesi yaşatan lider artık yoktur. Nöbeti devralan İsmet İnönü, Atatürk’ün adamıdır ama kitlelerin, yönetici elitin ve en önemlisi dış dünyanın gözünde Atatürk’ün yerini doldurabileceği şüphelidir. Atatürk’e açıktan karşı gelmeye çekinen ve Cumhuriyet’in iç siyasi ve diplomatik alanlarındaki temel yönelimlerinden ayrışacak eylemlerden kaçınan kimi siyasi ve askeri şahsiyetlerin cesaretleri artmıştır. 

Uluslararası konjonktür çetin bir hal almıştır. Avrupa’da çıkacağı kesin olan savaşın genç Türkiye’yi yıkabilecek hasarlara yol açma ihtimali yüksektir. Böyle bir ortamda ve etrafını saran güvensizlik çemberinde İsmet İnönü Cumhuriyet Devrimi’ni dondurarak konsolide etme, güçlendirme, askeri deyimle söylersek, taarruza devam etmek yerine güvenli mevzilere çekme ihtiyacı hissetmektedir.

Türkiye yaklaşan savaşta karşı karşıya gelecek taraflardan herhangi birine tek başına karşı gelecek askeri güce sahip değildir. Koşullar, Atatürk döneminde henüz oluşmakta olsalar da kendisini dayatmayan, kaçınılabilen askeri bir bloka mensubiyeti dayatacak gibi görünmektedir.

İnönü’nün başında bulunduğu devlet aparatının ve bu arada ordunun içerisinde tarihsel sebeplerle Almanya ile birlikte hareket etmeye can atan güçlü bir klik bulunmaktadır. Bunların karşısında ise İngiltere’ye yakın duranlar bulunmaktadır. Nazi Almanya’sı Ankara’ya büyükelçi olarak gönderdiği deneyimli diplomat Von Papen aracılığıyla bu kliği uygun şekilde yemlemektedir. Von Papen iktidar mahfillerine rahatlıkla girip çıkabilmekte, Türkiye’yi Mihver’e dahil etmek için elinden geleni yapmaktadır.

Türkiye’yi yöneten elitin içinde çok sayıda Turancı bulunduğu söylenemez ama kafatası ölçümlerine kadar giden müfrit bir Türkçülük ve milliyetçilik yaygındır. Bunların düşünce dünyasında Türk dünyası diye bir şey vardır ve bunların çoğunluğu Sovyetler Birliği’nde yaşamaktadır. Diğer taraftan, milli burjuvaziyi gönendirme ve güçlendirme çabasının önünde engel olarak görülen Rum ve Ermeni azınlıklar büyük ölçüde seyreltilmiş ve sindirilmiştir ama ezici çoğunluğu Millî Mücadele’ye destek verdiği için bunlardan nispeten ayrı tutulan Yahudi azınlığın iş hayatındaki ağırlığı devam etmektedir. Bu iki faktöre düzenin ana bileşenlerinden birini teşkil eden anti-komünizm de eklendiğinde Von Papen’in işi kolaylaşmıştır.

Özetlemek gerekirse, bu grubun iddiasına göre, Türkiye Cumhuriyeti Almanya’nın yanında saf tutmakla, Türkiye Yahudilerinin servetlerini “millîleştirme” fırsatı elde edecek, Sovyetler Birliği’nin dağılmasına katkı sağlayacak, bu sayede “Esir Türkleri” özgürleştirerek etki alanını ve topraklarını genişletecek, üstelik Moskova’nın “beslediği” komünizmin ortadan kalkmasıyla o tehlikeyi de bertaraf etmiş olacaktır.

O dönem Almanya’nın Türkiye üzerindeki etkisini en yalın biçimde anlatan belgelerden biri 1939-42 yılları arasında Berlin’de Büyükelçilik yapan Hüsrev Gerede’nin hatıratıdır.13 Hüsrev Gerede, Mustafa Kemal’le birlikte Samsun’a çıkmış, Kurtuluş Savaşı’na da katılmış eski bir askerdir ama Cumhuriyet’in ilanı sonrasında sırasıyla Budapeşte, Sofya, Tahran, Tokyo, Berlin ve Rio de Janeiro’da büyükelçilik yapmıştır.

Gerede Berlin’e atandığında on beş yıllık diplomattır, başka bir deyişle cepheden masa başına yeni gelmiş acemi bir diplomat sayılamaz. Berlin’de resmen göreve başladığı tarih, Almanya’nın Polonya’ya saldırısından tam iki gün sonraya 3 Eylül 1939’a denk gelir. 

Gerede’nin 1960 yılında yazdığı ama ilk kez yirmi dokuz yıl sonra yayınlanan hatıratı birçok bakımdan ibret vericidir. Bunlardan birincisi, deneyimli bir diplomatın görev yapacağı ülkeye nasıl bir ruh hali ve hazırlıkla gittiğiyle ilgilidir. O ana kadar üç farklı merkezde büyükelçilik yapmış olan Gerede, hatıratında son derece naif bir şekilde, göreve başlayana kadar Almanya’daki siyasi gelişmeler hakkında pek de bilgi sahibi olmadığını ifade eder. 

Gerede Almanya’ya gittikten sonra da örneğin Yahudi meselesine pek değinmez. Nazizm’le derin bir ahlaki derdi olduğu izlenimi vermez, Nazilerin kimi icraatını gaddarca bulduğunu söylemekle yetinir. Bu arada Faşist İtalya ve Nazi Almanyası yetkililerinden aldığı bilgilere dayanarak süratle Stalin’in “Dünya İhtilali” fikrinde olduğuna karar verir.

Hüsrev Gerede’nin anılarında öne çıkan bir diğer nokta da Büyükelçi’nin Türkiye’de o sırada yayınlanan Yeni Sabah ve Tan gazetelerinin Nazi karşıtı tutumlarından Almanların duyduğu rahatsızlığı sık sık Başbakan Refik Saydam ve Dışişleri’ne bildirmesi, hükümetin bunlara müdahale etmesini istemesidir.

Ancak konumuzu daha fazla ilgilendiren mesele başkadır. Almanya Sovyetler Birliği’ni işgale giriştikten sonra aldıkları esirler arasında yarım milyon civarında Türk kökenli ve Müslüman SSCB vatandaşı vardır.14 Gerede’nin hatıratından aktarıyorum:

“… (Rusya’daki) soydaşlarımız Alman zaferlerini kendi bağımsızlıklarını sağlayacak ümit ve hayali ile Alman kuvvetlerini kurtarıcı olarak kabul etmiş, karşılamış, fırsat ve imkân ölçüsünde Alman ordularının başarılarını kolaylaştırmışlardı.

… (Alman Dışişleri) Genel Sekreteri Weizsacker’e… jeopolitik bakımdan müşterek düşmanımız olan Ruslara karşı kazandıkları zaferlerin ülkemizde büyük sevinç uyandırdığını bildirmiş… bu esirlerden istifade etmelerini tavsiye etmiştim.

…Weizsacker… Ali Fuat Paşa ile Erkilet’in15 de aynı görüşleri ortaya attıklarını… gördüm.

Türkiye’de yaşayan savcı, avukat Kemal Edige ve Fazıl Müstecip gibi … Kırım Tatarı soydaşlarımızın da bu vatani görevle Berlin’e geldiklerini hatırlıyorum.

Gerede, hatıratının aynı bölümünde kendisi Berlin’den döndükten sonra sözünü ettiği “soydaşlar”dan 180 bin kişilik dört birlik oluşturulduğunu övünçle hatırladığını nakletmeyi de ihmal etmiyor.

Hüsrev Gerede’nin hatıratında dile getirdiği bu hususları doğru kabul edersek, Türkiye’deki bir grup askeri ve sivilin Nazi Almanyası’nın planları çerçevesinde ve Hükümet’in en azından bir bölümünün bilgisi dahilinde Sovyetler Birliği’ni parçalamaya yönelik faaliyetler sürdürdüğünü görebiliriz. 

Kuşkusuz bu yöndeki bilgilerimiz bir tek Gerede’nin hatıralarına dayanmıyor. II. Dünya Savaşı’nda Türkiye’yi yönetenlerin Sovyetler Birliği’nin yenilgisine bel bağlamaları, bunun için gizlenmesi pek de mümkün olmayan resmi girişimlerde bulunmalarının Türkiye Cumhuriyeti’nin SSCB ile ilişkilerinde savaş sonrasında NATO üyeliğine kadar uzanan gelişmelerin ateşleyicisi olduğu açıktır.

Daha açık şekilde ifade etmek gerekirse Türkiye Cumhuriyeti’nin anti-komünist boyutu, böylelikle bir üst aşamaya evrilerek, anti-sovyetizm’e dönüşmüştür.  

Bu gelişmeler yaşanmasa Türkiye iki kutuplu dünyada bağlantısız kalır mıydı, sorusuna şahsi yanıtım, rejimin sınıfsal niteliği sebebiyle bunun mümkün görünmediği yönündedir. 

Sonuç niyetine

Türkiye-Sovyetler Birliği arasındaki ikili ilişkilerin kabaca ilk otuz yılındaki gelişmelerinden bağımsız olarak bakıldığından da iki devlet arasında dünyaya bakış farklılıkları görülür.

Son dönemde çıkan birkaç akademik çalışmada farklı yönlerine değinilmiş olmakla birlikte geniş kitleler bakımından Cumhuriyet emperyalist ülkelere karşı verilen bir bağımsızlık savaşı sonucunda kurulmuş olması hasebiyle “ezilen halklara” umut veren bir yönelimi temsil eder. Bugünkü Türkiye’de ulusalcı denilen kesimlerin benimsediği anlatıya bakarsanız Türkiye Cumhuriyeti sömürgecilikten kurtulma yolunda birçok ulusa rehberlik etmiş bir deneyimdir.

Kurtuluş Savaşı yıllarına bakıldığında büyük ölçüde geçerli görünen bu anlatı Cumhuriyet’in yerleşmesiyle birlikte boşa düşmeye başlar. Cumhuriyet eliti, sonuç olarak yıkılan Osmanlı İmparatorluğu’nda yetişmiş, hâkim unsur olma refleksine sahip bir kesimdir. Ulusalcı anlatının eksik bıraktığı noktalardan biri belki de budur. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar ve ilk dönemlerinde yönetenler kendilerini “mazlum” millet kategorisine koymayı, sömürge idaresi altında yaşayan halklarla özdeşleşmeyi reddederler. Batı’yla başa çıkmak için Batılılarla eşit olma arayışı, emperyalizmin ezdiği halkları savunmaktan yani anti-emperyalizmden ziyade halkları ezerek ilerleyen dünya hakimiyetine ortak olma iddiasının bir sonucudur. 

Bu gerçeğin dış politikadaki yansıması da Cumhuriyetin “Düvel-i Muazzama”yla yakınlaşma, daha net söylersek, Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı sıfatıyla Batı’nın büyük devletleriyle aynı masada oturma iradesidir. Osmanlı’nın son dönemine göre asıl fark Cumhuriyet’in kendine güven duyması ve tabiiyet değil masada ve paylaşımda eşitlik arayışında olmasıdır. 

Kurulduğu dönem itibariyle tartışmasız ilerici ve aydınlanmacı bir nitelik taşıyan Cumhuriyet’e yapılacak en büyük kötülüklerden biri, bu yapıya kendisinde bulunmayan erdem ve nitelikler atfetmek suretiyle “Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihsel bir yanlışlık olduğunu” savunarak ancak emperyalizm akademiyasının sunduğu artıklarla beslenerek hayatta kalabilen malum bir çevreye ucuz cephane sağlamaktır.

  • 1. Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, İmge Yay., s.12, 2.Baskı, Kasım 1998.
  • 2. S. İ. Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları, İş Bankası Yay., Önsöz, s. XIV, 8. Basım, Ekim 2020.
  • 3. Alptekin Müderrisoğlu, Kurtuluş Savaşı’nın Malî Kaynakları, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu – Atatürk Araştırmaları Merkezi, s. 522-523, Ankara, 1990.
  • 4. Rıfkı Ataşer, Millî Mücadele Döneminde Sovyet Yardımı ve Türk-Rus İlişkilerinde Kafkasya’nın Yeri, s. 530-531, Ankara, 2003.
  • 5. S. İ. Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları, İş Bankası Yay., s. 259, 8. Basım, Ekim 2020.
  • 6. a.g.e. s.XIV.
  • 7. Türk Tarih Kurumu, Belleten, Millî Mücadele Döneminde Türk-İtalyan ilişkileri, Cilt 62, sayı: 233, s. 157-236, Nisan 1998.
  • 8. Aralov, a.g.e. s.169-220 arası.
  • 9. A.g.e. s.172.
  • 10. Neslişah Başaran Lotz, “Türkiye’de burjuvazinin gelişiminde tüccarlar: Müslüman-Türk aileler ve ticaret ağları” makalesinde, Müslüman-Türk burjuvazinin ağırlığının daha Osmanlı’nın son döneminde bile hiç de azımsanmayacak ölçekte olduğunu anlatıyor. Bkz.: Tarih ve Toplum – Yeni Yaklaşımlar dergisi 21. Sayı (Bahar 2023). Dolayısıyla bu çerçevede not etmekte fayda var: “Devlet desteği” meselesi sadece devletin başına geçen kadronun yönelimi değil, Müslüman-Türk burjuvazinin talebidir de.
  • 11. Michael Dockrill, “Britain and the Lausanne Conference, 1922-23”, The Turkish Yearbook. XXIII, 1993.
  • 12. James.C.F. Wang, Handbook on Ocean Politics and Law, s.88., Greenwood Publishing Group, 1992.
  • 13. Gerede, R. Hüsrev, Hitler Almanyası’nda Berlin Sefirliği Hatıralarım, İş Bankası Kültür Yayınları, 1. Basım, Eylül 2020.
  • 14. A.g.e. s.402
  • 15. Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet: Kurtuluş Savaşı’na katılan subaylardan. 1932’de emekli edilmiş. Milliyetçilik ve Turancılığı eşdeğer gören görüşleri ve askeri eğitimini aldığı Almanya yanlılığıyla tanınır.