“Medeniyet”in ortaya çıkması için hemen her yerde dinin dizginlenmesi gerekmiştir. Halk ve dolayısıyla sınıf, laikliğin getirisidir. Laiklik olmadan medeniyet de sol da olmaz.

Sosyal Demokrat İslam

Özkan Öztaş ve Yiğit Günay soL’da “Demirtaş’ın yeni çizgisi: Kürt-İslam sentezi”1 başlıklı yazılarıyla önemli bir tartışmanın kapısını araladı. Yazarlar, “Kobane Davası”ndaki savunması vesilesiyle, Selahattin Demirtaş’ın “yeni çizgisi”ni masaya yatırıyordu. Demirtaş, savunması ile, cumhuriyeti ve laikliği reddediyor, yeni bir Kürt-İslam sentezi çağrısı yapıyordu. Yazının özeti budur. 

Demirtaş, Kürt toplumunun “çimento”sunun İslam dini olduğunun, Kürtlerde bunun Peygamber dönemindeki “en saf halinin”, asrı saadettir, bulunduğunun altını çiziyor. Tabii bu İslam anlayışıyla Abdullah Öcalan’ın “demokratik konfederalizm” anlayışı birebir örtüşmektedir, aksini düşünemeyiz. Yolu İslam’la çizen Demirtaş’a göre laiklik tarihi bir hata, Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren yanlış inşa edildi, zemini hatalı, temeli hatalı. Neden? Mustafa Kemal Kürt şeyhlerine “Cumhuriyeti kurup halifeliği kaldıracağız” dememiş çünkü, tam tersine “Halife uğruna savaşıyoruz” demiş. Şeyh Said de işte bu ihanete isyan etmiş. Demirtaş’a göre Şeyh Sait haklı, baştan söylememelerine rağmen cumhuriyeti kurup laikliği getiren Kemalist hükümet hatalı. Yazıdan özetledim. 

Demirtaş savunmasıyla İslam’ı hayalindeki ideal topluma en uygun anlayış olarak belirliyor. Tabii bu İslam ötekilere benzemeyen saf “Kürt İslamı”dır. İçinde İslamcılık ile birlikte bir parça hilafetçilik de var. Hilafetçilik, Şeyh Sait’i rehabilite etmenin kalıntısıdır ve hepsi birlikte Demirtaş tarzı Kürt-İslam Sentezidir.

Yalnız, “Kürt İslam’ı” en az “Türk İslam’ı” kadar tarife muhtaç bir tanımlama. Bileşiminin ne olduğunu bilemiyoruz. Demirtaş da söylemiyor zaten. İslam “saf haliyle”, İhsan Eliaçık metinleri hariç, hiçbir yerde bulunamıyor çünkü. İçinde mutlaka mezhepler ve tarikatlar var. İslam doğuşundan bu yana bu bölmelerinin yorumu ve katkılarıyla şekillendi. Yorumlardan kurtulmak amacıyla “asrı saadet”e dönersek IŞİD’e ulaşıyoruz ki bu yorum aşağı yukarı saf haline en yakın yorumu. Haliyle “Kürt İslamı”nın bir miktar tartışılmaya ihtiyacı var, yoksa siyaset için pek kullanışsızdır. 

***

Tabii, bu sentezi tek başına Selahattin Demirtaş’ın hanesine yazamayız. Kürt siyasal hareketinin “İslam açılımı” 1990’lı yıllarda başladı. PKK, o yıllarda Kürtlüğün merkezinde durduğu yeni bir tarih yazmaya çalışıyordu. Ama geçmiş, umduklarının tersine, pek dinsel görünüyordu, ulusun değil ümmetin işleriydi kayda geçenler. Şeyh Sait o yazım çabası sırasında keşfedildi. Sait, her ne kadar Nakşi-Halidi Şeyhi olsa da sonuç itibariyle bir Kürt’tü. Cumhuriyet düşmanı bir yobaz olması ise bu şartlarda rahatlıkla görmezden gelinebilirdi. Şeyh Sait oldu “Kürt ulusal önderi” Sait. Ümmetten ulus yaratma girişiminin cilveleridir.

Nakşi-Halidi Şeyhlerini rehabilite etmek amacıyla bazı diplomatik adımlar da atıldı. Murat Karayılan, 2011’de, Süleymaniye kentinde yaşayan Nakşibendi-Halidi şeyhinin kapısını çaldı. Çıkışta açıklama yaptı, “Nakşibendi tarikatının merkezi Süleymaniye’dir. Tarikatın en büyük şeyhi de Şeyh Şebendi’dir” dedi. Karayılan, Nakşibendilerin Kürtlerin haklarına sahip çıkmaları gerektiğine inanıyordu. Bu aynı zamanda Nakşi-Halidi Tarikatını tanıma adımıydı. 

Bu görüşmeden birkaç yıl sonra Diyarbakır’da, Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla, “Demokratik İslam Kongresi” toplandı. Kuran okunarak açılan kongrenin birinci gününde “Medine Sözleşmesi”, “İslam’da zalim, mazlum ve adalet kavramları”, “Ortadoğu’da barış arayışı ve Kürt sorunu çözümü”, “İslam’da savaş, hukuk, barışın inşası” ve “Kadının İslam’daki yeri” başlıklarında oturumlar yapıldı. Söylenenlere göre Kuran'da ve peygamberin sünnetinde “çok kimliklilik, çok dillilik ve çok renklilik” gibi kavramlar bulunuyordu. Medine Sözleşmesi, “bir arada yaşama ve yönetime kolektif katılmanın” yazılı anayasasıydı. İslam Türkleri ve Kürtleri birleştirebilirdi, ima edilen buydu.

Öcalan kongreye gönderdiği “mümin kardeşlerim” diye başlayan mesajında “bazılarının” PKK’nin temsil ettiği Kürt hareketini “Ateist, Komünist, Materyalist olarak” tanımladıklarını ama bu tanımların “Batılı kavramlar” olduğunu söylüyordu. O “bazıları”na “kavram kölesi” demek daha uygun düşerdi. Zaten ümmet birliği de millet birliği demekti. PKK hareketini, “dini-laik ikilemine boğmamak” gerekiyordu. İslam’ın kendisini de “dini-laik bağlamına sıkıştırmak” yanlıştı… Kavram kölesi olmayınca kavram cambazı olursun. Kavramların belini kırmadan, ümmetten ulusa ulaşamazsınız, bunun için kıvraklık şarttır!

***

Malum, Nakşibendilik de şişede durduğu gibi durmaz, dal budak salar, kollara ayrılır. Süleymaniye’de yerleşik tarikat Nakşiliğin Halidiye koludur. Bu kola adını veren Molla Halid-i Bağdadi, Kadiri tarikatı mensubu Berzenci aşiretinin içinde yetişti. Neden sonra Nakşibendiliğe geçti. Süleymaniye’de kurduğu ilk Nakşi tekkesi Kürtlerin geleceğini de şekillendirecekti.

Osmanlı Molla Halid’in Kürtleri bölmesinden memnundu, böylece “Kadiri” Kürt beyliği Berzenciler’e karşı sadık bir müttefik bulmuştu. Molla Halid, Osmanlıya yaslanarak etkisini genişletti. İmparatorluğun merkezinde de talih Nakşilere gülüyordu. Yeniçerileri ve Bektaşileri ezen Osmanlı, Bektaşilerden doğan boşluğu onlarla doldurdu, Nakşibendiliği “resmi tarikat” olarak benimsedi. Nakşiler imparatorluğun her tarafında etkisini arttırıyordu. Önü devlet marifetiyle açılan Halidiler, Osmanlının yıkılışına kadar sadece bir tarikat değil bir siyasi parti gibi örgütlendi, bir idare aygıtı gibi davrandı. Osmanlının tasfiye ettiği aşiretlerin yerini artık Halidiye dolduruyordu. Halidiye’nin desteklediği küçük aşiretlere de gün doğmuştu. Barzani aşireti, Halid’in halifesi Şeyh Taceddin sayesinde Halidiye tarikatına katıldı. Barzaniler tarih sahnesine böyle çıktı. Özerk Kürt yönetiminin kökeninde bu tarikat-aşiret ortaklığının büyük payı var.

Murat Karayılan, “Nakşiler Kürtlerin haklarına sahip çıksın” derken bu tarihe göndermede bulunuyordu. Nakşibendi tarikatı, Kürtler ve Türkleri birleştiren somut bir bağ haline dönüşmüştü çünkü. Sadece Süleymaniye’de değil, Ankara ve İstanbul’da da Nakşibendiliğin borusu ötüyordu artık. 

Bugün Türkiye’nin içine itildiği karanlığın sorumlusu olan pek çok tarikat, Menzil- İskenderpaşa-Erenköy-İsmailağa-Süleymancılar-Işıkçılar, Süleymaniyeli Kürt Halid’in paltosundan çıktı. Cumhuriyet döneminde isyan eden bütün Nakşi şeyhleri Molla Halid’in tohumlarını ekip yeşerttiği Halidi-Nakşibendi geleneğine yaslanır. 

Saltanatın-hilafetin ilgası ve Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle başlayan yeni dönem Halidiye için karanlık bir dönemdi. Cumhuriyetle birlikte devlet desteğinden mahrum kalmışlardı. Hilafetin kaldırılmasından bir yıl sonra Halidi Şeyh Said, yeni doğan cumhuriyete karşı işte bu saiklerle ayaklandı. Şeyh Said’ten, Menemen’deki ayaklanmayı organize ettiği iddia edilen Şeyh Esad Erbili’ye kadar Cumhuriyet Türkiye’sinde gerici isyana kalkışanların tamamı Nakşibendi-Halidiye şeyhleriydi. Haliyle Cumhuriyet de Halidileri bulduğu her yerde kovaladı. Şimdi “Kürt davası” olarak gösterilen olayların tamamı Nakşi-Halidi kalkışmasının bir uzantısıdır, çatışmanın esası budur. 

***

1908’de Hürriyet ilan edildi, birkaç ay sonra Halidilerin başını çektiği gerici bir güruh Hürriyet’e karşı ayaklandı. İttihatçıların komuta ettiği Hareket Ordusu marifetiyle bastırıldı. 1923’te Cumhuriyet kuruldu. Cumhuriyetle sonuçlanan uzun iç savaş boyunca Halidiye şeyhleri pek çok ayaklanma çıkardı. Bu hareketlilik cumhuriyetin kuruluşundan sonra da devam etti, savaş içinde savaştır. Kürtlük, o tarihte büyük ölçüde bu tarikatların temsil ettiği bir şeydi, başlangıcında hürriyette ve cumhuriyete duyulan nefret var.  

1960’lı yıllardan itibaren sokağa sol hâkim olunca içinde Kürtlük yeniden yeşerdi. Haliyle solla birlikte Kürtler de acımasız bir biçimde ezildi. Sonucu önce cumhuriyetten, sonra laiklikten kesin bir kopuş oldu. “Atatürkçü” görünümlü 12 Eylül darbesi bu kopuşu derinleştirdi. Halbuki cunta hem cumhuriyetten hem laiklikten kurtulmak ve Türklüğü İslam ile tahkim etmek için önemli adımlar atmaya hazırlanıyordu. Bütün bunlar mağduriyetin laik cumhuriyetten kaynaklandığı algısını düzeltmeye yetmedi.

***

“Laiklik aşırı, cumhuriyet hatalıydı…” Şimdi düşük Kemal Kılıçdaroğlu da söylüyor bunu. Din-tarikat zaviyesinden bakarsanız görüp göreceğiniz tek şey budur. Kılıçdaroğlu ve Demirtaş’ın aynı şeyi görmesini, demek ki, rastlantı sayamayız. Baktıkları yer aynıdır. Senteze gelince, herhalde Kılıçdaroğlu bakiyesi CHP'yi de artık "Türk İslam Sentezi" çizgisinde saymamız gerek. Demirtaş misyonu ile birlikte değerlendirirsek bir "sosyal demokrat İslam’a" ulaşıyoruz. Açıktır, İslam’ın “sosyalist” olması mümkün değildi ama sosyal demokrat olması için bir imkân var. 

“Millet” Ortadoğu’da “kuruluş” için yeterli bir malzeme değildir, onu dinle tahkim etmek gerekir. Ancak ne var ki yapının içindeki din her defasında millete galebe çalar, ümmet milliyeti siler. Tek başına "Türklük" yetmemişti, tek başına "Kürtlük" de yetmemiştir, sonucunu böyle özetleyebiliriz. Türk İslam Sentezi, Kürt İslam Sentezi’nin geleceğidir. 

Demirtaş’ın “Bu toprakların medeniyeti İslam medeniyetidir. Türkiye sosyalistinin bir kısmı bunları bilmez, bilmediği için de topluma ulaşamaz” tezini ise ciddiye alamıyoruz. “Medeniyet”in ortaya çıkması için hemen her yerde dinin dizginlenmesi gerekmiştir. Halk ve dolayısıyla sınıf, laikliğin getirisidir. Laiklik olmadan medeniyet de sol da olmaz.