Alper Birdal’ın kitabı, dikkatle, emek vererek, büyük miktarda malzemeyi topluyor, teoriyle süzüyor ve emperyalist sistemdeki eğilimleri, biriken gerilimleri saptıyor.

Emperyalist hiyerarşi, işbölümü ve rekabetin güncel durumuna dair kimi notlar

Bu yazı iki amaçla kaleme alınıyor. Bunlardan birincisi, Alper Birdal’ın kısa süre içerisinde okura ulaşacak olan Hegemonya Bunalımı ve Çin: Emperyalizmin Krizi, Uluslararası Değer Zincirleri ve Çin’in Yükselişi (https://www.yazilama.com/kitap/hegemonya-bunalimi-ve-cin/) başlıklı kitabının tanıtımını yapmak.1 Bu olağanüstü eseri henüz basılmadan okuma fırsatı buldum ve Birdal’ın büyük bir emekle gerçekleştirdiği Marksist-Leninist analizin, emperyalizmin günümüzde derin bir bunalıma dönüşmüş olan çelişki birikiminin maddi kaynaklarına benzersiz bir ışık tuttuğunu düşünüyorum. Buna ek olarak Birdal’ın kitabı, her değerli eser gibi kendi içeriğini sunmakla kalmıyor, okurda ek fikirler tetikliyor. İkinci amacım ise kitabın bende tetiklediği fikirlerden önemli olduğunu düşündüklerimi paylaşmak. Yazının adı bu yüzden “notlar”, zira Birdal’ın eserindeki gibi bütünlüklü bir panorama sunacak durumda değilim, ama kimi noktaların tartışılmasının ufkumuzu genişleteceğini düşünüyorum.

Başlarken bir yöntemsel vurgu yapmakta fayda var: Lenin’in emperyalizm kavrayışını öncüllerinden ayıran temel yönlerinden biri, onun emperyalizmi kapitalizmin bir özelliği ya da kimi kapitalist devletlerin uyguladığı (dolayısıyla uygulamayabilecekleri) bir politika olarak değil, kapitalizmin gelişme sürecinde vardığı son çöküş aşaması, yani çağdaş kapitalizmin ta kendisi ve sonu olarak kavramasıydı. Bu sayede Lenin emperyalizme baktığında karşısında dehşete düşülecek bir felaket görmüyordu. Gördüğü şuydu: Sermaye sınıfı dünyanın tamamına egemen hale geldikçe onun iki temel özelliği, yani üretici güçleri harekete geçiren ve geliştiren toplumsal karakteri ile emek sömürüsüne dayalı üretim ilişkisinden beslenen asalak karakteri birlikte güçleniyor; böylelikle bu iki karakteri arasındaki çelişki dünya devrimini mümkün kılacak bir olgunluğa ulaşıyordu. Emperyalizm bu bağlamda kapitalizmin temel maddi işleyişi olan sermaye birikiminde niceliğin niteliğe dönüştüğü2 bir aşamaydı:

Emperyalist aşamasındaki kapitalizm, üretimin en kapsamlı biçimde toplumsallaşmasına yol açar. Yani kapitalistleri, onların irade ve bilinçlerinin tersi yönünde, yeni bir tür toplumsal düzene, tam serbest rekabetten tam toplumsallaşmaya giden bir geçiş düzenine doğru çeker. Üretim toplumsallaşır ama mülk edinme özel kalır.3

Lenin Emperyalizm’i kaleme alırken dünya coğrafyası halen emperyalist devletler, sömürgeler ve yarı-sömürgeler olarak sınıflandırılabiliyordu.4 Bu durum Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği’nin sömürgelerdeki bağımsızlık mücadelelerine verdiği destek sayesinde değişti. Bugün dünyada 20. yüzyılın başındaki anlamda sömürge ülkeler ihmal edilebilecek bir varlığa sahip ve kapitalist üretim ilişkileri Emperyalizm kaleme alınırken sömürge ya da yarı sömürge olarak tanımlanan coğrafyaların tamamında da gelişti, büyük bölümünde burjuvazi kendi çıkarlarını kovalayabilecek ölçeğe ulaştı. Buna paralel olarak, 20. yüzyılın başında büyük ölçüde sömürgelerden hammadde çekip merkezde işlemek biçiminde gerçekleştirilen meta üretimi de çok daha ileri bir uluslararasılaşma düzeyine vardı. Artık olağan gündelik yaşantımızda kullandığımız metaların pek çoğu, tüm uzanımlarıyla onlarca ülkeyi ve milyonlarca işçiyi kapsayan değer zincirlerinde üretiliyor. Öte yandan bu ülkeler arasında basit bir sömürgeci-sömürge hiyerarşisi kurulamıyor ve bu da, günümüzdeki bunalımın maddi zeminini oluşturuyor.

Birdal’ın kitabı, ABD, Almanya ve Çin arasındaki ilişkilere odaklanarak bu ekonomi-politik olguyu, uluslararası değer zincirlerini ele alıyor ve sunduğu olgularla bunalımın yalnızca boyutunu değil, neden emperyalizmin olağan işleyişi içerisinde aşılamaz olduğunu gösteriyor.

Artan toplumsallaşma: Değer zincirleri

Kapitalist toplumda değer, metanın üretim sürecinde ortaya çıkar ve dolaşımını tamamlaması yani satılıp paraya dönüşmesiyle realize olur. Doğada bulunan olanaklar, (kendisi de bir meta niteliğinde olan) emek-gücü kullanılarak, para karşılığı satılacak şeylere dönüştürülür ve satılır. Bu süreçte emek-gücü, onun üreticisi olan işçi sınıfından, işçi sınıfının genel anlamda geçimini sağlamasına (yani emek-gücünün yeniden üretimi için gereken metaları satın alıp tüketmesine) yetecek bir ücret karşılığında satın alınır; ancak emek-gücü kendi yeniden üretimi için gerekenden fazlasını üretebildiği için, aradaki fark olan artı-değere sermaye sınıfı tarafından karşılıksız biçimde el konarak emek sömürüsü gerçekleştirilir.

ŞEKİL 1:
Meta üretimi

Bu üretim biçimi, geçmiş tüm üretim biçimlerine göre çok daha toplumsaldır. Hiçbir işçi ya da herhangi bir üretim tesisinde topluca çalışan hiçbir işçi grubu, kendi insani ihtiyaçlarını karşılayacak bir üretim gerçekleştirmemektedir. İşçi sınıfı tek tek ya da gruplar halinde, üretilmiş metaları satın alıp tüketmeden geçinme olanağını yitirmiş, mülksüzleşmiştir. Sermaye sınıfı, bir bütün olarak, toplumun mutlak çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfının geçimi için gereken ve gerekmeyen sayısız çeşitte metayı yığınlar halinde üretmekte, piyasada dolaşıma sokmakta ve realize ederek durmaksızın sermaye biriktirmektedir. İşçi sınıfı ise, sermaye sınıfına kitlesel olarak sattığı emek-gücü ile her gün bu çarkı döndürmektedir. Bu işleyişte herhangi bir tekil işçi şöyle dursun, herhangi bir tekil sermayedarın bireysel otonomisinden söz edilemez.

Öte yandan, değerin üretimi hemen hiçbir zaman tek bir işletmede gerçekleşmez. Yani, bir metanın üretim sürecinin baştan sona tek bir işletmede tamamlanıp, tüketiciye de aynı işletme tarafından ulaştırılması ve satılmasına pek rastlanmaz. Herhangi bir metanın değer zinciri, onun üretiminde kullanılan (ve hepsi birer meta olan) malzemeler ve çeşitli gelişkinlik düzeyindeki makinelerin tamamının üretimini de kapsayacak (ve başlangıcı gerekli tüm ham maddelerin doğadan elde edilip saflaştırılmasında olan) bir zincir biçiminde geriye doğru uzanır. Bu değer zinciri, çok basitleştirirsek, şöyle görünecektir:

ŞEKİL 2:
Değer Zinciri

Anlaşılacağı üzere, gerçek değer zincirleri ne şekildeki kadar kısa, ne de halkaların birbiri ardına teker teker dizildiği biçimde lineerdir. Her bir üretim aşamasında bazen onlarca, bazen binlerce farklı meta bir araya getiriliyor olabilir (buna örnek olarak otomotiv sektöründe aracın parçalarının birleştirildiği montaj hattı düşünülebilir) ve bu aşamaların tedarik süreçleri, kaç farklı meta bir araya getiriliyorsa o kadar sayıda farklı üretim zinciri tarafından beslenecektir. Dolayısıyla, otomobil gibi karmaşık bir metanın değer üretim zincirini çizecek olursak bu, on binlerce noktadan tek bir noktaya doğru birleşen dallanmış bir görüntü arz edecektir.

Bu, aynı zamanda üretimin ne denli toplumsallaştığının da göstergesidir. Ne var ki, bu olağanüstü toplumsallaşma düzeyine rağmen sonuçta tek bir metayı üreten değer zincirleri, burjuva işletme yazınının “tedarik zinciri” kavramıyla idealize ettiği gibi birer “işbirliği zinciri” değildir. İnceleyelim…

Değer zincirlerinde artı-değer aktarımı

Sermaye sınıfı işçi sınıfına göre maddi anlamda çok daha heterojendir zira bir işçinin maddi varoluşu emek gücünü satıp geçimini sağlamak, belki zaman zaman kendisi için lüks sayılacak birkaç metayı tüketmekten ibaretken, sermayedarlar birbirleriyle rekabet içerisinde, eşit olmayan hızlarda sermaye biriktirirler. Bunun için yalnızca birbirleriyle yarışmazlar; aynı zamanda sermayelerini birleştirip “anonim” şirketler kurar, şirketlerini birleştirip konsorsiyumlar, karteller ve türlü çeşitli birlikler oluşturur ve toplumun temel üstyapı kurumu olan, kapitalist üretim ilişkilerine uygun biçimde kurulmuş ve gelişmiş devlet aygıtını hep emekçi halka daha yabancı ve yalnızca sermaye çıkarlarına uygun biçimde çalıştırırlar.

Emperyalizmin maddi özünü oluşturan bu tekelleşme süreci, rekabeti ortadan kaldırmaz ancak çok eşitsiz hale getirir. Örneğin artık binlerce küçük tekstil atölyesi tek bir büyük tekstil patronuna fason üretim yapmadan kendisine piyasada faaliyet alanı bulamaz, dolayısıyla o patronla da pek fiyat pazarlığı yapamaz hale gelir. Öte yandan emperyalist tekeller arasındaki rekabet, aynı ülkede yerleşiklerse devleti rakiplerine göre daha fazla yönlendirecek siyasi nüfuzu ele geçirmek; farklı ülkedelerse rakiplerinin çıkarlarını savaş ya da başkaca politik karmaşalarla sekteye uğratmak ve onları kendisine daha bağımlı hale getirmek biçiminde yürüyebilir. Yani tekelci rekabetin esası “tekleşme” değil, giderek katmanlanan ve asla tek bir doruğa sahip olmayan sermaye hiyerarşisinin olabildiğince büyük kısmında, mülkiyete sahip olmaksızın kontrol tesis etme mücadelesidir.

Bu bağlamda, değer zincirleri, aynı zamanda tekelleşmiş sermayenin, kendisine bağımlı hale getirdiği sermayeyi kontrol mekanizmalarından birisidir. Her değer zincirinde, üretilen metanın teknik yapısından ve/veya piyasadaki dolaşım sürecinin toplumsal özelliklerinden kaynaklanan kritik halkalar bulunur. Tekelleşmiş şirketler, değer zincirlerini, zinciri oluşturan sermayenin tamamına sahip olarak değil bu kritik halkaları elde bulundurarak kontrol eder ve böylelikle kendi sermayelerinden çok daha büyük miktarda sermayeyi kendi birikimleri doğrultusunda yönetebilirler. İşletme literatüründe bu halkaların kritik niteliği sanki metanın üretim ve dolaşım sürecinden değil de şirketin içsel özelliklerinden kaynaklanıyormuş gibi “rekabet avantajı” olarak adlandırılır. Örneğin iPhone telefonların arkasında “Apple tarafından California’da tasarlanmış, montajı Çin’de yapılmıştır” yazar.

Elimize herhangi bir ünlü markanın bir ürününü alıp etiketinden nerede üretildiğine baksak zaten hikâyenin esasını anlamış oluruz. ABD’de, Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de üretilmiş bir meta bulmak için epey çabalamamız gerekir. Ama elimize aldığımız telefonun ABD yapımı, kullandığımız bilgisayarın Japon malı ya da bindiğimiz arabanın Alman arabası olduğunu düşünürüz. Neden Çin’de üretilmiş bir metanın “Amerikan malı” olduğu konusundaysa aslında çoğumuzun zihni bir hayli nettir. Evet, bu meta son kertede Çin’de imal edilmiş olabilir, ama onun “teknolojisi” ABD icadıdır.5

Değer zincirleri açısından bir kritik mesele de şudur: Metanın üretim süreci zincir boyunca pek çok halkada gerçekleşir, ancak bu parçalı üretim sürecinde oluşan artı-değerin realizasyonu tek bir noktada, zincirin sonunda, metanın nihai tüketici tarafından satın alındığı son dolaşım alanındadır. Zinciri oluşturan bütün şirketlerin tek tek kârları, zincirin sonunda realize olan artı-değerin bölüşülmüş halidir. Üretilen nihai metanın dolaşımını tamamlamasında bir sorun çıktığında, zincir de dağılacaktır. Dolayısıyla değer zincirleri, parçalı olsa da çok büyük miktarda sermayenin tek bir metanın dolaşımına bağımlı var olması anlamına gelir ve bu zincirlerin kapitalist üretimdeki ağırlıklarının artması, en önemli tetikleyicisi üretim ile dolaşım süreçleri arasındaki uyumsuzluk olan ekonomik krizlerin şiddetini artırır.

Normal koşullarda ise değer zincirleri, zincirdeki kritik halkayı tutan tekelleşmiş şirketler açısından, zincirdeki diğer şirketler tarafından üretilen artı-değerin bir kısmına el koyma mekanizması olarak işler. Bunun nasıl olduğunu anlayabilmek için, önce Marx’ın metaların zanaat tipi üretiminden manüfaktür tipi üretimine geçişte yaşanan değişime dair vurgusunu hatırlayalım:

(…)hayvan yetiştiricisi ile dericinin ve ayakkabıcının bağımsız emekleri arasındaki bağı oluşturan şey nedir? Bu bağı sağlayan şey, hepsinin ürününün meta olmasıdır. Bu durumda, manüfaktürdeki işbölümünü karakterize eden nedir? Parça-işçinin meta üretmemesi gerçeğidir. Ancak parça-işçilerin hepsinin ortak ürünü, meta halini almaktadır.6

Bir metanın bir fabrikada baştan sonra üretilmesinden, bir değer zinciri boyunca birden fazla fabrika, atölye vb. yerde üretilmesine geçişte, parça-üretim tekrar metalaşır.7 Örneğin bir otomobil fabrikasına, fason olarak stop lambası kapağı üretip tedarik eden bir plastik enjeksiyon atölyesi, bu kapağı bir meta olarak üretmekte ve satmaktadır. Ne var ki, fabrika dev bir tekeldir, atölye ise kendisi gibi binlerce atölyeden bir tanesidir; üstelik ürettiği stop lambası kapakları bağımsız bir meta olarak müşteriye satılabilir değildir (ve dahası bu parça-meta nihai metanın spesifikasyonlarına göre üretildiğinden rakip bir otomotiv tekeline de satılamaz). Bu durumda, fabrika sahibi burjuva, atölye sahibi burjuvayı, ürettiği mate bağımsız satılabilecek olsa ona takacağı fiyat etiketinden daha düşük bir fiyat düzeyine zorlayarak, işçilerinden sömürdüğü artı-değerin bir kısmını kendisine devretmek zorunda bırakır. Böylelikle tekelleşmiş sermaye, vasallaştırdığı8 küçük sermayeyi basit yeniden üretim düzeyine doğru zorlayarak kendi sermaye birikimini hızlandırır.

Daha da artan toplumsallaşma: Değer zincirlerinin uluslararasılaşması

Bu değer aktarım mekanizması da, bu mekanizmanın uluslararasılaşması da aslında tamamen yeni bir olgu değil. Kapitalizmin ilk sanayileşme aşamasında yürürlükte olan, sömürgelerden hammadde çekilip merkezde sınai üretim ile bu hammaddenin işlenmesine dayalı birikim modeli benzer bir ilişkiye dayalıydı. İngiliz sömürge imparatorluğu sömürgelerden gelen hammaddenin fiyatını merkantilist politikalarla kontrol altında tutuyor, böylece sömürgelerdeki burjuvaziden merkezdeki burjuvaziye süreklileşmiş bir artı-değer transferi sağlıyordu. Ulusal bağımsızlık hareketleri bu nedenle sömürgelerdeki burjuvazi güçlendikçe hız kazandı; örneğin, İngiliz imparatorluğuna karşı ilk başarılı bağımsızlık savaşını veren ABD’nin kurucularından George Washington’ın motivasyonu tamamen buna dayalıydı.

Yukarıda işaret edildiği üzere, Lenin Emperyalizm’i kaleme aldığında dünya çapında hammadde üretimi halen önemli ölçüde sömürgelerde, sınai üretim ise merkezlerde gerçekleşiyordu. Bu durum 2. Dünya Savaşı’ndan sonra değişti ve bu savaşın sonunda emperyalist egemen ülke haline gelen ABD, “Üçüncü Dünya” olarak tanımlanan coğrafyada yer alan (artık bağımsızlığını –en azından kağıt üzerinde– kazanmış) ülkelerle resmi sömürge ilişkileri kurmadan benzer bir değer aktarım mekanizmasını yerleştirmek için büyük politik efor sarf etti, çoğunda da başarılı oldu.9 Ne var ki, 20. yüzyılın son on beş yılında Sovyetler Birliği ve Çin’de sosyalizmin çözülmesi benzer bir adı konmamış sömürgeleşme süreciyle sonuçlanmadı. Rusya ve Çin, kelimenin gerçek manasıyla bağımsızlığını korudu ve emperyalist hiyerarşide birer kriz dinamiği haline geldi.

İncelediğimiz meseleyle asıl ilgili olan ve Birdal’ın kitabının da odak noktasını oluşturan Çin’de süreç, değer zincirlerinin uluslararasılaşması olgusuyla Rusya’nın olduğundan çok daha sıkı sıkıya bağlı işledi. 2. Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren, birinci kuşak kapitalist ülkelerin tamamında işçi ücretleri, Sovyet tehdidine karşı işçi sınıfına verilen ödünler çerçevesinde yükselmişti. Neoliberalizm bu ödünleri önemli ölçüde geri almış olsa da, reel sosyalizm çözüldüğünde Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da ücretler halen Güneydoğu Asya ile karşılaştırılamayacak derecede yüksekti. Bu coğrafyadaki ucuz emeği rahatça kullanmanın önündeki tek engel olan yüksek gümrük tarifeleri 1995’te (genel anlamda bir emperyalistler arası uzlaşma olan) Dünya Ticaret Örgütü’nün faaliyete geçmesiyle düşürüldü ve emperyalist sanayi tekelleri üretimi, yalnızca kritik halkasını tutacakları biçimde uluslararası değer zincirlerine dönüştürdü. Yani değer üretiminin önemli bölümünü sınırlarının dışına, emeğin ucuz olduğu yerlere, bilhassa da Çin’e kaydırdı. Böylelikle değer zincirleri uluslararası bir nitelik kazanırken, kapitalist üretim biçimi de çok daha toplumsallaştı.

Önemli olan nokta şu ki, bu kaydırma doğrudan sermaye yatırımları yapmak kadar, hatta belki ondan da fazla zaten var olan (ya da hızla oluşmakta olan) küçük ölçekli fabrika ve atölyeleri yukarıda çerçevesi çizilen biçimde vasallaştırma biçiminde gerçekleştirildi, daha doğrusu gerçekleştirilmeye çalışıldı. Ancak bu süreç Çin’de, Endonezya veya Bangladeş’te olduğu gibi pürüzsüz işlemedi. Çin Devleti, her biri tek başına emperyalist tekellerle değil rekabet, pazarlık dahi edemeyecek küçük şirketler için etkili bir çıkar birlikteliği olarak davrandı ve gerek emek üzerinde disiplin sağlama konusundaki benzersiz becerisi10 gerekse klasik emperyalist devletlerin sahip olmadığı merkezi planlama yeteneği ile Çin sermayesi için, emperyalist tekellerin onu dilediği gibi vasallaştıramasını engelleyen bir kalkan işlevi gördü. Üretim dış pazar için yapılmaya devam ettiği müddetçe ücretler düşük kaldı ve bu sayede emperyalist tekellerin bulabildiği en iyi ortak olarak kalan Çin sermayesi 15-20 yıllık bir süre zarfında uluslararası değer zincirlerinin önemli bir bölümüne kolaylıkla sökülüp çıkartılamayacak biçimde yerleşti.

Bu noktada iki vurgu yapmak gerekiyor.

Birincisi; bu yaşanan, tekelleşme düzeyi daha geri olan Çin sermayesinin emperyalist tekellerle kapitalizmin sınırları içerisinde verdiği sınıf-içi bir mücadeledir. Yani bir bakıma, bir grup baronun krala ödeyecekleri vergi konusunda pazarlık edebilmek için aralarında birlik kurması gibidir. Üstelik Çin sermayesi de hızla tekelleşmektedir11 ve zaman içerisinde kimi Çin tekellerine iç rekabeti baskılayan bu ulusal şemsiyenin dar gelmeye başlaması kaçınılmazdır.12

İkincisi, 2008 krizi sonrası göstergeler Çin (ve bir başka önemli örnek olan Hindistan) sermayesinin giderek daha fazla iç pazara yönelik üretim yaptığını, bu iki ülkede ekonomik büyümenin giderek iç pazarın büyümesine bağlı hale geldiğini göstermektedir.13 Bu eğilim dünya krizinin genel olarak uluslararası pazarı daraltmasının sonucu olarak görülebilir; ancak “yeni normal” koşullarda ABD sınai sermayesinin Çin ve Hindistan karşısında özyeterliliğe dayalı bir rekabet gücüne sahip olması gerektiği ve “küreselleşmenin geçmişte kaldığı” argümanları giderek güçleniyor.14

Ne var ki, emperyalist rekabet açısından bu ölçekte ekonomik meseleler asla salt evrimsel süreçlerle “olacağına” varmazlar. Çin ve Hindistan sermayesi belki daha uzunca bir süre, giderek genişleyen bir iç pazara yönelik meta üretimiyle birikim sağlayabilir ancak Birdal’ın bulguları bize ABD ve Alman tekellerinin uluslararası değer zincirlerinde Çin sermayesine olan bağımlılıklarının kolay geri döndürülemeyecek derecede olduğunu gösteriyor.15 Daha önemlisi ise, emperyalist tekellerin Çin sermayesiyle kurulan ilişkilere ve genel olarak uluslararası değer zincirlerine dair çıkarlarının giderek farklılaşması, hatta yer yer uzlaşmaz hale gelmesi.16 Bu farklılaşmanın bilhassa ABD’de devlet aygıtının üzerine benzersiz bir rekabet gerilimi bindirdiğini; son on yıl zarfında, başta görkemli kapanış şenlikleriyle tamamına eren Trump vakası olmak üzere klasik emperyalist ülkelerde yaşanan hemen her devlet arızasının kaynağında olduğunu düşünüyorum.

Bu birikmiş gerilimin büyük bir felaket yaşanmaksızın kolay kolay tahliye edilebilir olmadığı açık. Bütün tekelleri aynı anda sevindirecek tek durum, Çin sermayesinin Çin devletinin sağladığı şemsiye sayesinde sahip olduğu pazarlık gücünü kaybetmesi, ama her nasılsa parasal anlamda düşük ücret düzeyleri ile yüksek üretkenlik seviyeleri sağlayan endüstriyel eşgüdümün korunması gibi görünüyor. Oysa emperyalist tekelleri değer üretim süreçlerinin önemli bir bölümünü Çin’de gerçekleştirmeye teşvik eden avantajlar ile Çin devletinin merkezi politikaları (bilhassa da bu politikaların emek disiplini ile refah devletini birleştiren yönü) sıkı sıkıya birbirine bağlı. Dolayısıyla ortada kibar bir ifadeyle “karnım doysun ama pastam da dursun” beklentisi var gibi görünüyor.

Son olarak, emperyalist sermaye hiyerarşisinin faaliyetlere göre farklılaşmasına bakacağız.

Artan asalaklaşma: Ticaret ve finans

Sermayenin üç ana faaliyet alanı vardır: Üretim, ticaret ve finans. Bunlardan asal olanın üretim olduğunu, ancak asal olanın ille de en avantajlısı olmadığını Marx şöyle açıklar:

Artı-değeri üreten, yani karşılığı ödenmemiş emeği doğrudan emekçiden kopartıp alarak bunu metalarda somutlaştıran kapitalist, aslında, bu artı-değerin ilk sahibi olmakla birlikte, hiçbir zaman onun son sahibi değildir. O, bunu, toplumsal üretim sürecinin bütünü içinde başka görevleri yerine getiren başka kapitalistlerle, topraksahipleriyle vb. paylaşmak durumundadır. Artı-değer, bu nedenle, çeşitli kısımlara ayrılır. Bu parçalar, çeşitli kategorilere ayrılan kimselere gider ve, kâr, faiz, tüccar kârı, toprak rantı vb. gibi birbirinden bağımsız farklı şekiller alır.17

Kritik olan şu ki, ticaret ve finans üretken değildir, yani bu faaliyetler artı-değer yaratmaz. Birincisi metaların,18 ikincisi ise doğrudan doğruya sermayenin dolaşımına aracılık edilmesinden ibarettir.

Emperyalizm, sermayenin tekelleştikçe üretim faaliyetinden uzaklaşması, artı-değer sömürüsünü bizzat gerçekleştirmek yerine başka burjuvalar tarafından sömürülmüş artı-değere (özellikle ödünç verilen sermayenin faizi yoluyla) el koymasıdır. Öte yandan mesele basitçe tekelleşen sermayenin üretimden el çekmesi değildir (zaten tam bir el çekmenin olmadığını önceki bölümlerde gördük). Özel mülkiyete dayalı üretim ilişkileri, bir dizi nedenden dolayı üretici güçlerin serbest ve dengeli biçimde gelişmesine engeldir; bu yüzden sermaye birikimi giderek mevcut koşullarda üretime yatırılsa tekelleşmiş sermayenin sahiplerinin kâr oranı beklentilerini karşılamayacak bir “sermaye fazlası” yaratır.19 Kapitalizmin emperyalist aşamasına ulaşılmasını sağlayan nicelikten niteliğe sıçrama, bu sermaye fazlasının kapitalist sistemin işleyişinde temel belirleyen haline gelmesidir. Sermaye fazlası doğrudan doğruya artı-değer üretimi gerçekleştirecek yeni sınai yatırımlara dönüşememektedir; ancak birikmeye devam etmenin bir yolunu bulamadığı durumda sermaye niteliğini kaybedeceği için sistemde üretilen artı-değerin bir kısmına ticari ve finansal yollarla el koymaya devam eder.

Devamını Marx’tan okuyalım:

Bu, özel* mülkiyet olarak sermayenin, kapitalist üretimin kendi çerçevesi içersinde ortadan kalkmasıdır (...) Fiilen işlev yapan kapitalistin yalnızca bir yönlendirici, başkalarına ait sermayenin yöneticisi, ve sermaye sahibinin sırf bir sahip, sırf bir para-kapitalist haline dönüşmesi[dir]. Bunların aldıkları temettüler, faiz ile girişim kârını, yani toplam kârı içerse bile, bu toplam kâr bundan böyle ancak faiz biçiminde elde edilmekte, yani tıpkı yöneticinin kişiliğinde, bu işlevin sermaye sahipliğinden ayrılmış olması gibi, fiili yeniden-üretim sürecindeki işlevden şimdi tamamen ayrılmış bulunan sermaye mülkiyeti için sırf bir tazminat olarak alınmaktadır. (...) Bu kapitalist üretim tarzının, bizzat kapitalist üretim tarzı içersinde ortadan kaldırılmasıdır ve dolayısıyla prima facie yeni bir üretim biçimine geçişin yalnızca bir evresini temsil eden, kendi kendini çözümleyen çelişkidir. (…) Yeni bir finans aristokrasisi, kurucular, spekülatörler ve düpedüz nominal direktörler şeklinde yeni bir asalaklar zümresi türetir; birleşik kuruluşlar, hisse senedi çıkartmak ve hisse senedi spekülasyonları yoluyla tam bir sahtekârlık ve dolandırıcılık sistemi yaratmış olur. Bu, özel mülkiyetin denetimi olmaksızın, özel bir üretim biçimidir. (...) Bir kimsenin gerçekten sahip olduğu ya da kamuoyunca sahip bulunduğu kabul edilen sermayenin kendisi, artık yalnızca kredi üstyapısının oturduğu bir temel haline gelir. Bu, özellikle, toplumsal ürünün çok büyük bir kısmının kendisinden geçtiği toptan ticaret için doğrudur. (...) Spekülasyon yapan toptancı tüccarın tehlikeye attığı mülkiyet, kendi mülkiyeti değil, toplumsal mülkiyettir.20

Alıntının açıklama gücünün uzunluğunu mazur göstereceğini umuyorum. Dikkatli bir göz, Lenin’in bu pasajları ne denli benimseyerek okuduğu ve ardından Emperyalizm broşürünü kaleme alırken akılda tuttuğunu hemen fark edecektir. Marx’ın detaylıca çözümlediği üzere, bir yanda tekelleşen sermayenin harekete geçirdiği üretici güçler çok daha yüksek bir toplumsallaşma düzeyine ulaşırken; diğer yandan tekelleşmiş sermayenin kendisi toplumsal sorumluluklarından neredeyse tamamen sıyrılmaktadır. Emperyalist sermaye, anonim şirketlerin tüzel kişiliklerinin dahi esasen içinde değil arkasında konumlanmakta; kredi vererek ya da üretilen metaların ticaretini yaparak başta realizasyon riski olmak üzere artı-değerin üretim ve realizasyon sürecine içkin pek çok riski paylaşmaksızın, ortaya çıkan kâra ortak olmaktadır.

Ancak bu asalaklık, sistemin geri kalanında çelişkileri çok daha şiddetlendirmektedir:

Kredi sisteminin, aşırı-üretimin ve ticarette aşırı-spekülasyonun ana manivelaları gibi görünmesinin biricik nedeni, doğası gereği esnek olan yeniden-üretim sürecinin burada son sınırlarına kadar zorlanmasıdır; ve bu zorlanmaya da, toplumsal sermayenin büyük bir kısmının, bunun sahibi olmayan ve dolayısıyla işleri, bizzat kendi işini yürüttüğü zaman kendi malı olan sermayesinin sınırlarını dikkatle ölçüp biçtiği halde şimdi bambaşka bir biçimde ele alan kimseler tarafından kullanılması yol açar.21

Bu çerçeveden yola çıkarak günümüze baktığımızda, ilk söylenmesi gereken, 2008’de yaşanan finansal çöküşün sistemdeki sermaye fazlasını değersizleştirip budamadığı, yani kendisini yaratan çelişkiyi hafifletmediğidir. OECD’nin Kurumsal Yatırımcı İstatistikleri’ne22 göre ABD’de yatırım fonlarının, sigorta fonlarının ve emeklilik fonlarının varlıkları ve yükümlülüklerinin ABD GSYH’sına oranı krizin finansal bir patlamayla başladığı 2008-2009 döneminde yalnızca marjinal düzeyde azalmış, ardından artmaya devam etmiştir ve bugün kriz öncesine göre çok daha yüksek bir düzeydedir. Örneğin yatırım fonlarının bilanço varlıklarının GSYH’ya oranı 2007’nin üçüncü çeyreği ile 2009’un birinci çeyreği arasında yüzde 92’den 70’e düşmüştü, bugün ise ellerindeki varlık miktarı ABD GSYH’sının yüzde 145’i (yani yaklaşık 30 trilyon dolar) düzeyindedir. Tamamı OECD üyesi olan birinci kuşak kapitalist ülkelerin hepsinde, düzeyler farklı olmak üzere eğilim aynıdır. 2008’de başlayan kriz, sermayenin “üretime dönmesi” gibi bir sonuç yaratmamıştır ve sermayenin finansallaşma düzeyi artmaya devam etmektedir. Krizin bir türlü sonu gelmiyor gibi görünmesinin açıklaması burada aranmalıdır.

İkincisi, Çin ekonomisi bu finansallaşmadan bağımsız bir üretim ütopyası değildir. Örneğin, dünyanın varlık bakımından en büyük bankalarını sıraladığınızda ve birinciden aşağı doğru bakmaya başladığımızda, ABD’de kriz günlerinde Wall Street’te yaşanan kaostan bir nevi “son ayakta kalan” olarak çıkan JP Morgan Chase’e gelene kadar dört Çin bankası görüyoruz. Bu dört bankanın dördünün de devlet bankası olması kuşkusuz dikkate alınmalı, ama bu boyutta bir finansal yığılmanın (dört bankanın bilanço aktifleri toplamı 15 trilyon doların üzerinde) kasada durduğu gibi durmasının mümkün olmadığı açık.23 Kaldı ki, emperyalist finans tekellerinin Çin’deki faaliyetleri de Çin Devleti tarafından kontrol edilmekle beraber, özel olarak sınırlanmıyor. Örneğin geçtiğimiz günlerde Financial Times’da yayınlanan bir haberi okuduğumuzda, yalnızca HSBC Asya-Pasifik’nın geçtiğimiz yıl kârının yüzde 80’ini Çin’de yaptığını değil, aynı zamanda HSBC Asya-Pasifik yöneticisi Peter Wong’un, Çin devletinin danışma meclisi niteliğindeki Çin Halk Siyasi Danışma Konferansı’nda sandalye sahibi olduğunu öğreniyoruz.24

Üçüncüsü, dünya ticaret hacminde neoliberalizmin başlangıcından bu yana süren oransal artış 2008 kriziyle birlikte durakladı ve hayli kırılgan bir görüntü arz ediyor.25 2020 rakamları henüz netleşmiş olmamakla beraber pandeminin burada ciddi bir daralma yarattığını tahmin etmek zor değil. Uluslararası meta ticaretinde hızlı ve uzun süreli genişlemenin ardından gelen bu keskin duraklama tekelleşme eğilimini güçlendirdi ve ortaya Amazon, Alibaba gibi devler çıktı.26 Ticari sermayenin bu tekelleşmesi, ona metaların bilhassa perakende piyasalarda dolaşımını kontrol etme gücü veriyor ve kendi dolaşım kanallarına sahip olmayan meta üreticisi sermayeden bir “geçiş ücreti” tahsil etme olanağı sağlıyor. Dolayısıyla bu son tekelleşme süreciyle beraber, kendisi değer üretmeyen ticari sermayenin, üretici sermayeyi kendisine daha yüksek komisyonlar ödemeye zorlama gücüne kavuştuğu düşünülmeli. Bilhassa ürettikleri metaları yalnızca bu kanallar üzerinden yaygın dolaşıma sokabilen görece küçük şirketler, işçilerden sömürdükleri artı-değerin önemli bir kısmını da bu ticaret devlerine bırakmak zorunda kalıyor olmalı.27 Nitekim Çin devleti, geçtiğimiz aylarda Alibaba Holding’e karşı ciddi bir tekelleşme incelemesi yürüttü.28 Üç milyar dolar civarında bir ceza ve sert bir uyarı ile sonuçlanan bu müdahalenin, Çin devletinin Çin’deki görece küçük parçalardan oluşan üretici sermayeyi koruma refleksinin bir yansıması olarak görülmesi gerektiğini düşünüyorum.

Sonuç   

Kapitalizmin emperyalist aşaması, üretimin benzersiz bir düzeyde toplumsallaşması ama sermayenin de benzersiz bir düzeyde yabancılaşması ile karakterize oluyor. Marx da, Lenin de bunu tam toplumsallaşmaya yani sosyalizme geçişi öngören bir son aşama olarak görüyorlar. O halde, tutarlı bir Marksist analiz bugün dünyaya bakarken gözü hep emperyalist rekabetin fay hatlarında biriken enerjiyi aramalıdır; zira düzeni mevcut bunalım halinden bir devrimci duruma sıçratacak olan kırılma, bu fay hatlarının bir ya da birkaçında biriken enerjinin kontrolsüz biçimde açığa çıkması sonucunda yaşanacaktır.

Hal böyleyken, solda düşülmemesi gereken ama sıklıkla düşülen iki yaygın hata var.

Birincisi, emperyalist sisteme ya mutlak bir akıl ya mutlak bir beceriksizlik atfetmek. Birincisi sağ, ikincisi sol sapmadır. Emperyalizm ne krizlerden ilanihaye kaçınabilir ne de onların yarattığı her devrimci fırsat için önlem alabilir. Dolayısıyla kimi solcuların her toplumsal sarsıntıda emperyalizmin bunu nasıl aşacağına kafa yormaları ibret verici ve fazlasıyla Kautsky’in dönekliğini çağrıştırıyor. Öte yandan, her toplumsal sarsıntıda “aha, şimdi şapa oturdular” heyecanına kapılmak da hem yaşanan her hayal kırıklığında düzenin yıkılmayacağına dair karamsarlığı besliyor, hem de toplum gözünde yalancı çobana dönüşüp itibarsızlaşmayla sonuçlanıyor. Oysa emperyalist rekabetin hangi faktörlerin itkisiyle kontrolden çıkacağını öngörmek pek mümkün değildir. Örneğin, hiç kimse bir pandeminin dünya ekonomisinde bu çapta bir kilitlenme yaratacağını öngöremezdi; öte yandan, eğer 2020 yılının Ocak ayında pandeminin yaratacağı yıkımın boyutlarını bir şekilde önceden bilebilseydik, bu kez de emperyalist sistemin bu krizi bir şekilde geçiştirebileceğini düşünmez, kesinlikle kıyametin kopacağını zannedebilirdik. Oysa şu anda kriz atlatılıyor gibi görünüyor, hatta tamamen üfürmeden ibaret görülemeyecek “pandemi sonrası büyüme” senaryoları yazılıyor. Emperyalist sistemin seyrini izlerken yapılması gereken gündelik gelgitler üzerinden kehanetler üretmeye çalışmak değil; dikkatle izlemek, somut bilgiler toplamak ve eğilimleri saptamaktır. Devrimci siyaset, düzende oluşacak çatlakları böyle saptar ve önceden pozisyon alır.

İkinci hata ise, liberalizm veya milliyetçilikle körleşip, devletlere bakmaktan sermayeyi göremez hale gelmek. Günümüz dünyasında devletlerarası gerilimler çok artmış ve karmaşıklaşmış olabilir ancak bir Marksist bunların her zaman sermaye çıkarlarıyla alakalı olduğunu unutmamalıdır. Meselenin sermaye arka planına işçi sınıfı tarafından bakılmadan yapılan tüm “jeostrateji” analizleri üfürmeden ibarettir ve uzak durulmalıdır. Bilhassa milliyetçilerin pek sevdiği bu analizlerin tamamının amacı, antiemperyalizm kisvesi altında “yerli” sermayenin çıkarlarını yabancı sermayeye karşı savunmaktır. Biz Marksistler açısından ise, sermaye sınıfının iç çelişkileri önemli olmakla beraber, bu çelişkilere yaklaşımımız taraf tutmak değil, çelişkileri sermaye sınıfının bütününün zararı, mümkünse nihai yıkımı doğrultusunda istismar etmek olmalıdır.

Alper Birdal’ın kitabı bu yüzden çok kıymetli. Dikkatle, emek vererek, büyük miktarda malzemeyi topluyor, teoriyle süzüyor ve emperyalist sistemdeki eğilimleri, biriken gerilimleri saptıyor. Bunu yaparken gelip geçici devlet politikalarına değil onların altında yatana, tarihsel sermaye yapılanmalarının çelişkilerine ve çıkar çatışmalarına bakıyor. Böylelikle ortaya devrimci kavrayışımızı ve mücadelemizi güçlendiren bir eser çıkıyor.

Bu çok kıymetli, zira emperyalist sistemin bunalımı bir devrimci krize dönüştüğünde, çıkar çatışmaları ortadan kalkmayacak, aksine daha da şiddetlenecek. Bu devrimci kriz dünyanın bir bölümünde devrimle sonuçlandığında dahi emperyalist tekeller ve onların devletleri, aralarındaki çıkar çatışmalarını toptan kenara koyup devrime karşı birleşemeyecekler. Büyük Ekim Devrimi ve sonrasında Sovyetler Birliği’nin 2. Dünya Savaşı sonuna kadar verdiği ayakta kalma mücadelesinden, Lenin ve Stalin’in bunu mümkün kılan önderliklerinden çıkartacağımız temel derslerden biri budur.

Tarihten çıkartmamız gereken bir ders daha var. Emperyalist sistem, yaşadığı dünya krizlerini ya büyük sermaye yıkımları ya da büyük politika değişimleriyle aştı. 2008’de başlamış olan kriz henüz ne büyük bir sermaye yıkımı, ne de büyük bir politika değişikliğiyle sonuçlandı. Her soy ve boydan sağcılar genelde örtük, bazen açık savaş çağrıları yaparken birinciden yana bir pozisyon alıyor. Kautsky’in günümüzdeki tilmizleri olan sosyal demokratlar ise bunun karşısına her ülkede (en azından Avrupa ve ABD’de) iç pazarı büyütecek bir takım bölüşüm politikalarıyla çıkıyor ve bunun emperyalist tekeller arasındaki kanlı hesaplaşmayı en azından bir süreliğine erteleyeceğini umuyorlar.

Dediğimiz gibi, bizim işimiz kehanet manzumeleri yazmak değil. Ama bir şeyin kesin olduğunu, teorimize güvenle söyleyebiliriz. Düzen, bugünkü koşullarda “olduğu gibi” süremez. Tarih, çok yakında önümüze büyük değişimler koyacak.

  • 1. Alper Birdal, Hegemonya Bunalımı ve Çin: Emperyalizmin Krizi, Uluslararası Değer Zincirleri ve Çin’in Yükselişi, İstanbul: Yazılama Yayınevi, 2021.
  • 2. .I. Lenin, Kapitalizmin En Üst Aşaması: Emperyalizm, Çev. Levent Özübek, İstanbul: Yazılama Yayınevi, 2019, s.95.
  • 3. Age., s.28.
  • 4. Age., s.85.
  • 5. Birdal, a.g.e., s.56.
  • 6. Karl Marx, Kapital – Birinci Cilt, 7. Baskı, Çev. Alaattin Bilgi, Ankara: Sol Yayınları, 2004, s.343-344.
  • 7. Henüz değer zincirleri kapitalist üretimde bu denli önemli bir yer kazanmamışken dahi, işletme literatüründe 6 Sigma vb. maliyet düşürme yöntemleri çerçevesinde montaj hattı gibi aşamalı üretim süreçlerinde her bir aşamanın, kendisinden önceki aşamanın “iç müşterisi” ve kendisinden sonraki aşamanın “iç tedarikçisi” olduğu düşüncesiyle hareket ediliyordu.
  • 8. Vasal, feodal sistemde, daha yüksek bir soyluya bağımlı, kendisine yönetmek için bırakılan topraklardan elde ettiği gelirin bir kısmını bağlı olduğu senyörüne devreden görece düşük seviye soyluya denir. Emperyalizmin hiyerarşik yapısı çerçevesinde işleyen, üretilen artı-değere aşağıdan yukarıya doğru el koyma mekanizmalarının bu durumla biçimselden öte bir benzerlik taşıdığını düşünüyorum. Son dönemde yürütülen ve Birdal’ın da kitabında açtığı “Yeni Orta Çağ” tartışmasının maddi zemini, sermaye sınıfı içerisindeki bu kalıcı tabakalaşmada aranmalı diye düşünüyorum.
  • 9. Detaylara girmek yazının sınırlarını aşar, ancak hem kauçuk ve palm yağı başta olmak üzere pek çok doğal kaynak bakımından zengin, hem de kalabalık nüfusuyla bir ucuz emek cenneti olan Endonezya’da ABD emperyalizminin alçaklık tarihini okumak hayli aydınlatıcı bir vaka incelemesi olacaktır. Daha güncel bir örnek olarak da kendisi yoksul ama Lityum yatakları zengin Bolivya’nın son yıllarına bakılabilir.
  • 10. Pandemi Çin’in batıdaki hiçbir ülkenin sahip olmadığı ve kolay kolay olamayacağı bir kitle mobilizasyon becerisine sahip olduğunu gösterdi. Vuhan’da pandeminin kontrol altına alınması için uygulanan önlemlere halkın gösterdiği koşulsuz ve eksiksiz uyum aynı zamanda tüm ülkenin savaş durumunda nasıl topyekün seferberliğe sokulabileceğinin de bir nevi tatbikatı oldu. Bu başarının emperyalist merkezlerde dehşetle karşılandığına eminim.
  • 11. Doğrudan bir gösterge olmasa da, Forbes’in her yıl yaptığı dolar milyarderleri listesine dünyada ABD’den sonra en fazla isim sokan ülkenin Çin’de olması (sırasıyla 724 ve 626, üçüncü sırada da 140 ile Hindistan var) dikkate alınması gereken bir durum. https://www.forbes.com/billionaires/ (Erişim tarihi 12.05.2021). Tekil olmakla beraber daha açık bir gösterge ise Huawei’nin yükselişi ve bunun bilhassa ABD’de yarattığı “aktif” rahatsızlık.
  • 12. “Çin’in Latin Amerika’da en büyük yatırımlarının yaptığı merkezlere bakarsanız, bu merkezlerin Britanya Virjin Adaları gibi yerler olduğunu, yani bu ‘yatırımların’ vergi cennetlerine gittiğini görüyorsunuz. Bunlar ucuz emek ve doğal kaynakları sömürebileceğiniz yerler değiller elbette. Bu daha çok Çinli kapitalistlerin ya da Çinli elit ailelerin Çin’den sermaye kaçırmaları gibi görünüyor.” Minqi Li, “Bilim İnsanlarının Temel Görevi Fiziksel ve Sosyal Sistemlerin Hareket Yasalarını Anlamaya Çalışmak”, röp. Mehmet Aslan, Madde, Diyalektik ve Toplum 3(2), 2020 Mayıs, s.162. https://bilimveaydinlanma.org/prof-dr-minqi-li-bilim-insanlarinin-temel… (Erişim Tarihi 13.05.2021).
  • 13. Birdal, a.g.e., s.185. Ayrıca ABD ve dünya ekonomisinin geneliyle karşılaştırma için bkz. https://data.worldbank.org/indicator/NE.EXP.GNFS.ZS?locations=US-CN-IN-… (Erişim tarihi 12.05.2021).
  • 14. Scott Malcomson, “The New Age of Autarky: Why Globalization’s Biggest Winners Are Now on a Mission for Self-Sufficiency”, Foreign Affairs, 26.04.2021, https://www.foreignaffairs.com/articles/united-states/2021-04-26/new-ag… (Erişim tarihi 12.05.2021).
  • 15. Birdal, a.g.e. Eserin temel bulgularından biri bu, ancak bilhassa “Karşılıklı bağımlılık ilişkileri” başlıklı bölüm (s.90-118) ve buradaki Şekil 18, 19, 21 ve 22.
  • 16. İlginç bir örnek: Henüz pandemi gündemde değilken Alman tekstil tekeli Adidas’ın yöneticisi, Çin yatırımlarının emekten tasarruf sağlayan daha ileri otomasyon düzeyleri sayesinde “geri getirilmesi” (reshoring) beklentisini bir “sanrı” olarak değerlendirmiş, sonuçta aynı otomasyonun Çin’de de yapılabileceğini söylemişti. “Adidas boss says large-scale reshoring is ‘an illusion’” Financial Times, 23.04.2017, https://www.ft.com/content/39b353a6-263c-11e7-8691-d5f7e0cd0a16 (Erişim tarihi 12.05.2021).
  • 17. Marx, a.g.e., s.539.
  • 18. Metaların üretildikleri noktadan satılacakları noktaya nakledilme işi kuşkusuz değer yaratır, ancak kapitalist ticaret bununla alakalı değildir. Zaten hemen her zaman alım-satımı yapan ya da buna aracılık eden sermaye (örneğin bir e-ticaret şirketi) ile metanın satıcıdan alıcıya ulaştırmasını yapan sermaye (kargo şirketi) birbirinden ayrıdır.
  • 19. Lenin, a.g.e., s.65.
  • 20. Karl Marx, Kapital – Üçüncü Cilt, 4. Baskı, Çev. Alaattin Bilgi, Ankara: Sol Yayınları, 2003, s.386-388. *Bu pasajın doğru anlaşılması için “özel mülkiyet” kavramındaki “özel” kelimesinin aynı zamanda “hususi” ya da “bireysel” (private) anlamına geldiği akılda tutulmalıdır.
  • 21. A.g.e., 390.
  • 22. OECD, “Institutional Investors Statistics”, https://www.oecd-ilibrary.org/finance-and-investment/data/oecd-institut… (Erişim tarihi 13.05.2021).
  • 23. Hatta Çin devletinin elinde bulundurduğu finansal varlıklar başlı başına bir kriz dinamiği olarak görülmeli, zira bu boyutta bir finansal varlığın durduğu yer (veya bu yerin değişmesi) dünya finansal sisteminde önemli denge kaymalarına sebep olabilir. Bu konuyu tartışmak yazının kapsamının dışında kalıyor ancak bkz. Birdal, a.g.e., s.46-51.
  • 24. “HSBC: in China, all capital is political”, Financial Times, 27.05.2021, https://www.ft.com/content/70bc0c51-74e7-422b-8e47-65ca18abc303 (Erişim tarihi 13.05.2021).
  • 25. https://data.worldbank.org/indicator/NE.EXP.GNFS.ZS (Erişim tarihi 13.05.2021).
  • 26. Birincisinin sahibi Jeff Bezos dünyanın en zengin burjuvası, pandemi yılında zenginliğini 113 milyar dolardan 177 milyar dolara çıkarttı. İkincisinin sahibi Jack Ma ise 2020’nin başında Çin’in en zengin burjuvasıydı, pandemi yılını fena geçirmediyse de (zenginliğini 38 milyar dolardan 48 milyar dolara yükseltti) Çin’de dördüncü sıraya düştü, sebebine birazdan değineceğiz.
  • 27. Bu durumun Türkiye’de de pek çok örneği var. Trendyol, Hepsiburada, yakın geçmişte Almanya merkezli Delivery Hero tarafından satın alınmış Yemeksepeti…
  • 28. “China's top market regulator imposes penalty on Alibaba Group over monopoly conduct”, People’s Daily Online, 10.04.2021, http://en.people.cn/n3/2021/0410/c90000-9837748.html (Erişim tarihi 13.05.2021).