Komünistlerin söyledikleri sizi irkiltiyorsa, acaba bunun sebebi onların üslubu değil de, sizin düzeninizin bozulmamasını istiyor olmanız olabilir mi?

Egemenlere nezaket borcumuz mu var?

Komünistlere en sık getirilen eleştirilerden biri “üslubunuz çok sert, insanları itiyorsunuz” biçiminde. Buna bazen “haklıyken haksız konuma düşüyorsunuz” da ekleniyor. 

Bu hafta müsaadenizle bu konuyu ele almak istiyorum, zira bir bölümü iyi niyetli olan bu eleştirilerin kökeninde, içinde yaşadığımız düzene ait olan ve aklımızı özgürleştirmek için reddetmemiz gereken kimi kabuller yatıyor.

Sorumuz şu: Herhangi bir fikri savunurken asıl önemli olan “saygılı ve nezih” olmak mıdır? Bu her zaman daha mı ikna edicidir?

***

Öncelikle, farkında mıyız, sermaye düzenini savunan fikir adamları bu üslup meselesini hiç takmıyor. Fikir adamlarından kastım sosyal medya trolleri falan değil. Örnek olarak son iki yazıda ele aldığımız tiplere bakalım: Celal Şengör ve Özgür Demirtaş. Bunlar fikirlerini saygın ve nezih, o çok sevilen tabirle “medeni” biçimde mi savunuyor? Şengör’e göre kendisi gibi düşünmeyen herkes cahil ve salak, Demirtaş milyonlarca kişinin izlediği bir videosuna “iyi dinleyin sokaktaki hayvanın bile anlayabileceği gibi anlatacağım” diye başlıyor…

Ama kendini “muhalif” olarak tanımlayan milyonlar bu insanları izliyor ve daha önemlisi takdir ediyor. Demek ki kibirli, alaycı ya da hakaretamiz bir üslup kendiliğinden buna engel değil.

Dolayısıyla, şöyle bir ek soru sormalıyız: Düzenin ideologlarından beklenmeyen nezihlik, neden komünistlerden bekleniyor?

Burada iç içe geçen iki mesele var. 

Birincisi, komünistlerin üslubunu fazla sert bulanlar tipik olarak kentli ve eğitimli insanlar. Bu insanlar (bireysel maddi durumlarından bağımsız olarak) ekseriyetle bir orta sınıf atmosferinde yaşıyor ve bu atmosferde “saygın” olmanın temel kriteri bireysel başarı, bilhassa da emperyalist batı ülkeleri tarafından test edilip onaylanmış başarı. Kafasında bu başarı halesi olmayan insanları, mesela AKP’nin paçalarından cehalet akan ideologlarını dilediğiniz gibi yerden yere vurabilirsiniz. Ama söz konusu olan Boston’da doktora yapmış ya da ABD Ulusal Bilimler Akademisi’ne seçilmiş bir profesörse, akan sular durur. Kafasına bu hale kondurulmuş olanlar konuşurken karşısındakini insan yerine koymak zorunda değildir. Ayrıca halk düşmanlığı da yapsalar, kendilerini diplomalar ve nişanlarla onurlandırmış emperyalist devletlerin mandacılığını da yapsalar dokunulmazdırlar; onlara her koşulda saygılı davranılmalıdır.

İkincisi ve daha önemlisi, bu ideologlar, sözcülüğünü yaptıkları özel mülkiyet düzeni kentli ve eğitimli insanların gözünde sorgulanmaz olduğu için saygınlar. İçinde yaşadığımız dünyada yoksulluk, hatta sefalet o denli yaygın ki, egemen sınıfa mensup ve tanrılar gibi yaşayan minicik azınlık bir yana, yoksulluk çekmeyen, insan onuruna yaraşır biçimde yaşayabilen insanlar da ayrıcalıklılar. Dahası, içgüdüsel bir düzeyde ayrıcalıklarının kaynağının içinde yaşadıkları özel mülkiyet düzeni olduğunu bildikleri için; kimsenin ayrıcalıklı olmaması, herkesin eşit olması gerektiğini düşündükleri anda kendi konforlu ve eylemsiz yaşam tarzlarını da sorgulamak zorunda kalacaklarını seziyorlar. Can sıkıcı bu sezgi onları yoksul emekçi insanlarla değil o insanlara düşmanlık yapan düzen ideologlarıyla, küçük ayrıcalıklarını vicdanlarında meşrulaştırmakta kullandıkları “başarı” kriteri üzerinden duygudaşlık kurmaya itiyor. Böylelikle ezilenlerden değil egemenlerden yana oluyorlar. 

Dolayısıyla asıl rahatsız oldukları şey de komünistlerin üslubu değil, bu ayrıcalıklar düzenini yıkmak istemeleri. Bu siyasi iddiadan dolayı, üsluptaki sertliğin kendilerine yöneldiğini düşünüyorlar ve aynı sebepten dolayı Celal Şengör gibi adamların terbiyesizliğinden rahatsız olmuyor, etrafa bol keseden savurdukları hakaretleri üstlerine alınmıyorlar.

***

Şimdi baştaki soruya dönebiliriz.

Bir düşünce savunulurken ikna edici olunabilmesi için üslup ve içerik birbiriyle tutarlı olmalıdır. Düzenin ideologları düzeni savunurken her türlü terbiyesizliği, kabalığı yapıyor, çünkü savundukları düzen sömürü ve şiddete, çoğunluğun azınlık tarafından ezilmesine dayanıyor. Yani Celal Şengör, Özgür Demirtaş ve benzerleri, insanları düşüncelerini nazikçe anlatamayan kaba saba tipler oldukları için aşağılamıyor. Karşılarındaki insanı kendi çıkarlarına ya da vicdanına aykırı düşüncelere ikna edebilmek için öncelikle onu kişiliğini dumura uğratan itaatkâr bir ruh haline sokmak zorunda olduklarından dolayı aşağılıyorlar. Arkalarına düzenin tüm gücü ve ağırlığını alarak uyguladıkları şiddet buna yarıyor. Öteki türlü kimse kolay kolay “tembel olduğun için yoksulsun” gibi kendisini alçaltan önermelere ikna olmaz. Bu bağlamda üslupları, savundukları fikirlerle tutarlı. 

Benzer bir sebepten dolayı komünistler de düzeni yıkmaya yönelik bir şiddet eylemi olan devrimi savunurken, minik ayrıcalıkları için (ya da onları kaybetmemek için) her gün düzenin egemenlerine ricacı olmayı alışkanlık haline getirmiş insanların rahatını kaçırmayacak bir üslup takınamazlar. Zira böyle bir üslup, savundukları fikrin ikna ediciliğini artırmayacak, aksine azaltacaktır. Devrimci düşünce, insanları ikna edebilmek için onların düzene karşı hissettikleri, ama gündelik hayatı uyumlu biçimde yaşamaya devam edebilmek için uykuya yatırdıkları öfkelerini uyandırmak zorundadır. Özü düzenin işleyişine saygıdan doğan orta sınıf nezaketi, bunun için uygun bir üslup değildir.

Biz komünistlerin egemenlere ve onların düzenine bir nezaket borcumuz yok; siyasi iddialarımızın radikalliğini nezaketle yumuşatmamız da bizi daha ikna edici yapmaz.

Burada yontulmamış bir kaba sabalığı ya da ismini andığımız adamlarınki gibi bir terbiyesizliği savunmadığımın açık olduğunu umuyorum. Söz doğruysa ağzımıza geldiği gibi konuşabileceğimizi de kesinlikle düşünmüyorum. Ama naçizane bir sorum var: Komünistlerin söyledikleri sizi irkiltiyorsa, acaba bunun sebebi onların üslubu değil de, sizin düzeninizin bozulmamasını istiyor olmanız olabilir mi?