Özelikle bizdeki solun bir bölümünün ve Avrupalı ve ABD menşeili solun göklere çıkardığı ve bir bahar olarak nitelediği 'Arap Kışı'na neden çok sevindiğini o zaman anlamadım, hâlâ da anlamış değilim. Bu rejimlerin ipini diğer gerici Arap rejimleri ile emperyalizm ortaklaşa çektiler, radikalizmi kalmayan ulusalcı Arap rejimlerinden rahatsızlardı.

Arap Kışı

Mihver İttifakı (Nazi Almanya ve Faşist İtalya) Kuzey Afrika’da önemli bir köprübaşını tutmuştu; Rommel’in Panzerleri Libya içinden Mısır’a doğru ilerlemekteydi. Almanların stratejik hedefi belliydi; Mısır’ı düşürerek Süveyş Kanalı’na el koymak ve İngilizlerin önemli bir lojistik ikmal hattını tıkamak. Ayrıca yıllardır İngiliz emperyalizminden bıkmış Orta Doğu’daki Araplarla doğrudan temas kurmak.

Aslında gerçekçi bir beklentiydi, çünkü gerçekten bu dönemde hem Arap siyasi liderlerin hem de Arap aydınların büyük bir bölümü Nazileri İngiliz Emperyalizmine karşı önemli bir destek olarak görmekteydiler. Ayrıca İngiliz emperyalizmi Balfour Deklarasyonu ile birlikte Filistin’i Siyonizmin işgaline açmaktan dolayı da suçluydu zaten. Nitekim İngiliz hariciyesi ve istihbaratı da Mısır’ın genç kralı Faruk ile onun başbakanı Ali Maher’in Mihver güçlerine sıcak baktığını bilmekteydiler. Alman panzerlerinin yarattığı tehdit altında Mısır’da Alman yanlısı bir yönetime katlanamazlardı.

Tarih 4 Şubat 1942’yi gösterirken İngiltere’nin Kahire Büyükelçisi Lord Lampson teklifsiz bir şekilde Abidin Sarayına gitti, elini kolunu sallayarak taht odasına girdi ve Kral Faruk’a başvekil Ali Maher’i azletmesini ve yerine İngiliz dostu olduğu bilinen Mustafa Nahas’ı atamasını “emretti”. Konuşurken krala “çocuk” diye hitap ettiği kayıtlara geçti. Mısırlılar için utanç dolu bir gündü. Krallarını, ve dahi ucu Kavalalı Mehmet Ali’ye uzanan yarı Arnavut yarı Türk hanedanı ailesini çok sevmezlerdi gerçi, ancak eninde sonunda bu alçaltıcı muameleye maruz kalan onların kralıydı. Faruk çaresiz istenileni yaptı. Utanç daha da büyüdü. 

O kadar büyüdü ki ucu Sudan’a uzandı. Sudan o vakitler Mısır toprağıydı. Sudan’da görev yapmakta olan genç subay Cemal Abdül Nasır sonraları o günün hayatının en utanç dolu günlerinden olduğunu defalarca tekrarlayacaktır. 1952’de onu ve Genç Subay’larını iktidara getirecek darbeye ve 1956’da Süveyş Kanalı’nı millileştirme kararına eşlik eden kinin kökenleri o utanç dolu güne kadar gitmektedir belki de. 

26 Temmuz 1956’da İskenderiye’de halka hitap eden Nasır tarihi bir konuşma yapmaktaydı. Konuşma çok uzundu, ancak asıl çarpıcı kısmı son bölümüydü. Nasır son bölümde Mısır halkına bir haber verdi; o konuşmayı yaparken Mısırlı görevliler ve askerler Kanal’ı işleten şirkete ve kontrol istasyonlarına Mısır Halkı adına el koymaktaydı. Kanal millileştiriliyordu. İskenderiye’de onu canlı dinleyen halk, radyodan onu dinleyen Mısır Halkı ve hatta diğer Arap ülkelerinin halkları coşkun bir sevince kapıldılar. Kötü ve esaret altındaki geçmişin anıları daha o zamandan yok olmaya başlamıştı galiba, Arap Baharı gelmişti. 

Kanal’ın millileştirilmesi yerel bir sorun olmaktan çıktı, çabucak ciddi bir uluslararası krize dönüştü. İngiltere’de Anthony Eden kabinesi derhal müdahale kararı aldı, Fransa ve İsrail de İngiltere’ye eşlik etti. İsrail ordusu hem karadan Sina Yarımadası’na girdi hem de kanala yakın stratejik noktalara paraşütçü komandoları indirdi. Aralarında kurdukları komplo gereği İngiliz ve Fransız birleşik donanması Port Said’e yanaştı ve İngiltere ile Fransa arabuluculuk teklif ettiler. Ancak beklendiği gibi Mısır reddetti. İngiliz hava gücü Kahire’yi ve Kahire havaalanını bombaladı. Devrimci Mısır’ın askeri gücü çok zayıftı ancak yine de iyi direndi. Kanalda bulunan gemileri batıran Mısırlılar kanalı tıkadılar. Tam bu sırada sahneye önce Sovyetler Birliği girdi; Hruşov televizyon kameralarının karşısında İngiltere’ye ve müttefiklerine işgale son vermemeleri durumunda nükleer güçle karşılık vereceğini açıkça beyan etti (kısacası kafanıza atom bombası atarım dedi). Sonra devreye Amerikan emperyalizmi girdi. Başkan Eisenhover (Hruşov’a göre daha itidalli bir dille) İngiltere ve müttefiklerine eğer işgale son vermezlerse onlara yaptırım uygulayacağını ilan etti. Birleşmiş Milletler de (ABD’yi takip ederek) işgalci taraftan çekilmesini istedi. İngiltere ve Fransa tası tarağı toplayıp çekildiler. İsrail daha bir yıl Sina’da kaldı, ancak 1957’de o da çekildi. Mısır ve Nasır etkileyici bir zafer kazandılar. Kanal Krizi’nin birkaç sonucu ortaya çıktı.

Birincisi, aslında filli olarak herkesin bildiği bir durum, resmen tescillendi ve İngiliz Emperyalizmi tahtını resmen Amerikan emperyalizmine teslim etti. İkincisi Sovyetler Birliği resmen Orta Doğu’ya girmiş oldu. Üçüncüsü (konumuz açısından tali bir sonuç ama) İngiltere’de Eden kabinesi istifa etti. Dördüncüsü ise Arap ulusalcılığının yaratacağı Arap Baharı başladı (Arap Baharı 2011’de Tahrir’de veya Tunus’ta değil 26 Temmuz 1956’da Süveyş’de başladı). 

Bu bahar aslında pek de uzun sürmedi. Ne yazık ki “Son Arap” (bu yazıyı yazarken Nasır biyografisinden bolca yararlandığım Saïd K. Aburish Nasır’ı “Son Arap” diye tanımlamaktadır)1 Cemal Abdül Nasır’ın baharı kışa dönüştü. Dönüştü çünkü öncelikle başarmak istediği şeyi Arap Birliği’ni gerçekleştirebilmekten uzak kaldı. Aslında bu yönde önemli bir adım attı ve Mısır ve Suriye’den oluşan bir Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni hayata geçirdi, ancak bu birlik çeşitli nedenlerden pek kısa sürdü. İkincisi ne yazık ki İsrail’in birleşik Arap güçlerini ardışık savaşlarda peş peşe yenmesi Arap ulusalcılığının çekiciliğini ve prestijini nerdeyse yok etti. İsrail bir dönem ırkçı ve faşist Güney Afrika’nın radikal Afrika devrimlerine yaptığını yaptı; onları tedrici olarak baskı altında tuttu ve güçten düşürdü. Böylece emperyalizmin ileri karakolu olarak kuşkusuz görevini layıkıyla yerine getirdi.

Ancak asıl önemlisi geçenlerde emperyalizmle ilgili yazılarda bahsettiğimiz bir hususla ilgilidir. Arap Baharı’nı yaratan hareketler; Özgür Subaylar, BAAS, FLN ve diğerleri, anti-emperyalist olsalar da anti-kapitalist değillerdi. Ulusallaştırmalar aracılığıyla temel endüstrileri ve hizmetleri (petrol, diğer enerji sektörleri, eğitim) kamusal mülkiyet altına almalarına rağmen genelde kapitalist üretim ilişkilerine dokunmadılar. Böylece eninde sonunda özel sermaye birikiminin egemenliğini kabul etmek durumunda kaldılar. Tekrar edelim anti-kapitalizmi olmayan bir anti-emperyalizm bir cul de sac, yani çıkmaz sokaktır. Nitekim Arap Baharı’nın radikal rejimleri de çok önemli kazanımlara imza atsalar da başarısız oldular. Ancak uzunca süre iktidarda kaldılar. Bunu iki önemli etmene borçluydular. Birincisi bir tür Jakoben taktiğiydi, iktidara geldiklerinde önce kendilerinin sağında olanları derdest ettiler; krallar, kabile reisleri, din adamları, emperyalizmle işbirliği yapan kim var ise tasfiye edildi. Bunu maharetle yaptıkları kabul edilmelidir. Sağla işlerini bitirince bu defa kendi sollarına döndüler. Sosyalist ve komünist partiler de tasfiyelerden ve baskılardan nasiplerini aldılar. Hatta radikal rejimler (artık giderek egemen olmaya başlayan sermaye birikiminin mantığı altında) giderek sağa kaydılar, kendi içlerindeki solu da tasfiye ettiler. Bu arada giderek yozlaştılar; yozlaşmanın her türden belirtisi ayyuka çıktı. Ancak Sovyet askeri ve ekonomik yardımları sürdükçe yerlerini korudular. 

Her şey Sovyetler Birliği’nin intiharıyla değişti; giderek hem toplumsal olarak yalnızlaştılar hem de ekonomik olarak açık bir şekilde çuvallamaya başladılar. Gerilerden gelen yolsuzluk, eşitsizlik ve kayırmacılık gibi problemler daha da ağırlaştı. Yetmezmiş gibi bir de uluslararası sermayenin düzenine uymak için adımlar atmak zorunda kaldılar (pek çoğu infitah, yani serbestleştirme uygulamaya başladı). Bu var olan eşitsizlikleri katmerli hale getirdi ayrıca işsizlik ve ekonomik çöküntü gibi sorunları ağırlaştırdı. Bu ülkelerde halkın önemli bir bölümü siyasal olarak var olan tek alternatife, ılımlı ya da radikal bir islamcılığa kaymaya başlamıştı zaten. Tam da bu ortamda pek çoğunun “Arap Baharı” olarak adlandırdığı ancak özünde “Arap Kışı” olarak adlandırılabilecek dalga geldi.

Özelikle bizdeki solun bir bölümünün ve Avrupalı ve ABD menşeili solun göklere çıkardığı ve bir bahar olarak nitelediği “Arap Kışı”na neden çok sevindiğini o zaman anlamadım, hala da anlamış değilim. Bu rejimlerin ipini diğer gerici Arap rejimleri ile emperyalizm ortaklaşa çektiler, radikalizmi kalmayan ulusalcı Arap rejimlerinden rahatsızlardı. Ortaya çıkacak boşluğu İhvancılık dışında dolduracak bir başka alternatif de yoktu. Ne burjuva demokrasisinin bendesi olan bir liberal alternatif vardı, ne de sosyalist ya da komünist bir seçenek. Ancak sevindiler, pek sevindiler. Gerçekten neden bu kadar sevindiler anlamadım. Ne yazık; Sovyetlerin çöküşünden beri solda bir hastalık türedi; on kişiyi bir araya getiren her toplaşma keskin bir dönüşümün habercisi olarak kabul edilmeye başlandı. Oysa Lenin’den bir adım uzaklaşmış değiliz hâlâ, sorun kitle sorunu değildir, hâlâ örgütlenme sorunudur.

Nitekim Tahrir’den ne çıkacağı belliydi, Müslüman Kardeşler’in adayı bir sonraki seçimi kazandı. Tunus’ta AKP benzeri bir parti iktidara ortak olarak geldi. Kitleler yönelimleriyle siyasetin boşluk tanımadığını gösterdiler, ortada İhvan’dan başka bir seçenek yoktu. Oysa İslamcılık artık miadını doldurmuş bir siyasi ideolojidir, zamanında emperyalizm onu sosyalizme karşı o kadar çok kullandı ki tüm Batı karşıtı retoriğine rağmen inandırıcılığını yitirdi. Yüksek düzeyde sömürüye uhrevi bir meşruiyet sağlamaktan gayrı bir işe yaramaz oldu. Üstelik artık onu emperyalizm bile bir kenara atmak istediğinden Mısır’da İhvancılığın iktidarı pek kısa sürdü. 

Ancak bu örneklerde siyasi ve toplumsal bunalım henüz çok fazla kan dökülmesine yol açmadı. Oysa Libya, Irak, Suriye ve Yemen emperyalizm ve uzantılarının marifetiyle kan gölüne doğru sürüklendiler. Daha önce de belirttik, yine vurgulayalım, bu dördünü artık katı siyasi sınırlar tarafından tanımlanan ülkeler kabul etmek zordur. Aslında artık yoklar.

Arap Baharı ise aslında tam da herkesin Bahar dediği hareketlenmeyle bitti. Arap Kışı başladı. Şimdilerde herkes Körfezin gericilik zincirinin esaslı bir halkası olan Birleşik Arap Emirlikleri’nin İsrail’i resmen tanımasına şaşırmaktadır, neden şaşırıyorlar anlamadım. Aslında Suudiler de dahil bu gerici Arap rejimleri uzunca süredir İsrail’in varlığını de facto kabul etmiş durumdaydılar. Herkesin bildiğini resmi hale getiriyorlar, o kadar. 

Bu bir Arap Kışı’dır. Moralsiz ve mecalsizdirler. Yeni bir Sykes-Picot’u yaşıyorlar. Orta Doğu toplumlarının her defasında acıyla öğrendikleri bir dersi yeniden ve yeniden öğreniyorlar: Orta Doğu toplumları (ayrımsız hepsi; Araplar, Türkler, Kürtler, İsrailoğulları, Süryaniler, İraniler ve diğerleri) ya hep birlikte ortakçı bir rejim kuracak, mutluluğu ve insanlığın erdemlerini paylaşmaya başlayacaklar, ya de ilelebet sürecek bir kan gölünün içinde debelenip duracaklar.

  • 1. Saïd K. Aburish (2004) Nasser: The Last Arab, New York: Thomas Dunne Books.