Bektaşi'nin son dansı: Nasuh Barın 

Devlet balesinin ilginç ve ayrıksı figürü Nasuh Barın 66 yaşında yaşamı terk etti. Önemli bir dönemin tanığı ve aktörüydü.

Melis Gönenç

Devlet balesinin “trajik” figürleri sıralamasında ilkler arasında olduğu kesindir. Orada “trajik” sözcüğünün içini onun kadar tıka basa doldurabilmiş kaç insan vardır ki? Muhalif duruşu, Almanya mektepliliği, modern dans tutkusu, sol duyarlılığı, caz sevgisi, entelektüel formasyon ölçütünü önemsemesi, Bektaşiliği, alkol aşkı, naylon otorite fobisi, yakalandığı ve ilk raundda yendiği kanseri… Sonunda her şey ve hepsi aleyhine oldu.

Dönem mi yanlıştı, kendi mi?

Bu soru artık yalnızca bale tarihini ilgilendiriyor; Nasuh Barın 18 Eylül’de yaşamdan ayrıldı.

Son isteği mi?

1 Temmuz 2019’da evinde yaptığımız görüşmede, “5 yıl daha yaşasam yeter” demişti. O da olmadı. Bir yıldan biraz fazlasını kullanabildi.

Post-mortem yazı

30 Haziran 2019’da telefonunu çevirip, Devlet Opera ve Balesi’nin tarihi ile ilgili bir çalışma hazırladığımı, kendisine de birkaç soru sormak istediğimi söyleyince, “Elbette” demişti. “100’e yakın soru, 80’in üzerinde de ismi soracağım” deme cesaretini bulamadığımdan, telefon yerine yüz yüze görüşmenin daha verimli olacağını belirttim. “Yarın gel” dedi.

Meğer Bandırma’da yaşıyormuş.

Karşımdaki adam emekli bir dansçıdan çok, kalem erbabına benziyordu. Orta sınıf bir ev, sağda solda boşalmış içki şişeleri, masa arkasında bir kitaplık, ikide bir kahve, bilgisayarda caz… Bildik bohem görüntüler. Şu farkla ki, rol yapmıyordu. Konuşma ilerledikçe anılarla savaşı arttı, önceleri göz ucuyla izlediği kayıt cihazını umursamaz olmuştu.

1963-2015 arasında onda iz bırakan hemen her şeyi anlattı. Bütün bir gün. Ankara Devlet Konservatuarı’ndaki eğitim, eğitmenler, yaşananlar, devlet balesindeki dansçılar, yöneticiler, klikler, koreograflar, eğitimciler, siyasal durumlar…

Bu maddi bilgilerden birçoğu bale tarihi yazımında işlevsel olabilecek nitelikte. Aralarında çok özel olanları da var.

Bu ise, bir post-mortem yazı. Kişiliğine, yaşamına kuşbakışı…

Öğle saatine doğru, “Bitmedi mi?” diye huzursuzlanmaya başlamıştı. Erdek yolunda bildiği bir açık hava restoranda yemek yiyeceğimizi, orada, aynı zamanda bir arkadaşıyla buluşacağını söyledi. Yemek esnasında ve sonrasında soru yağmuruna devam edebilmem konusunda anlaştık.

Arabaya binerken, ehliyetim olup olmadığını sorduğunda epey şaşırmıştım. “Var ama araba kullanmayı bilmiyorum” dedim. Doğruydu.

Yemeğe oturduk. Durumu anlamam uzun sürmedi. İçki saati gelmişti. Huzursuzluğunun nedeni oydu. Belli ki, oranın müdavimlerindendi, tanınıyordu.

Bekri Mustafa gibiydi.

Bektaşi duyarlılığı nedeniyle mi içiyordu, yoksa içtiği için mi Bektaşi duyarlılığındaydı? Doğrusu bilmiyorum. Ama, yalnız biriydi; yalnız aydınların en güvenli limanı içki ile derin bir yoldaşlığı vardı.

İlk adımlar, ilk umutlar

Yine de az içmişti. Meğerse, araba kullanmayı bilmediğim için, dönüşte beni feribota bırakacağından böyle yapmış. Her ihtimale karşı beni arka koltuğa oturttu ve epey yavaş bir tempoyla en sağ şeritten gittik.

İzleyen günlerde, başka bazı ayrıntıları telefonda sordum. Aynı içtenlikle yanıtlamıştı.

Dansçının umutları

1963-1964 ders yılında Ankara Devlet Konservatuarı (ADK) Bale Bölümü’ne girdiğinde 9 yaşındadır. Babası Manastırlı, Bektaşi. Annesi Arnavut. Babasının amcası Mustafa Kemal’in sınıf arkadaşı. Yunanlılar tarafından Ödemiş taraflarında vurulmuş. Baba tarafından dedesi Sırplardan kaçıp önce Eskişehir’e, ardından da Ankara’ya yerleşmiş. “Yargıya kapak atmış”. Anne tarafından dedesi ise, Atatürk’ün Florya’daki gece bekçisi. Dedenin soyadı “Büyükbekler”i bizzat Atatürk vermiş. Baba elektrik-havagazı işinde çalışmış. Ablası gravür sanatçısı; Roma Büyükelçiliği’nde de görev yapmış. Artık yaşamıyor. Anne ise 2018’de, 89 yaşında ölüyor. Kimsesi kalmamış, görme yetisini büyük ölçüde yitirmiş, son 4 yılını Bandırma’da oğlu ile geçiriyor.

“Pamuklar içinde baktım anneme.”

Varlıklı aile çocuğu değil. ADK’ya yatılı giriyor. Önce siyasal muhalifliğe, ardından entelektüel isyana dönüşecek “farklı olma” güdüsü ergenlikte başlıyor. Oysa, her ikisi de Devlet Balesi’ne yabancı kavramlardır:

“Ama aramızda iki kişi vardı ki onların varmış oldukları değişim noktası her ikisini de şahane bir erişilmezliğe taşımıştı… Erkan [Çimenciler] ve Nasuh, birdenbire iki ergen ajana dönüştüler. Bale dersi dışında bir an olsun sırtlarından çıkarmadıkları belden kemerli ajan pardösülerine taparcasına bir bağlılıkla bağlandılar ve şaibeli, lanet mi lanet bir ifade yerleştirdikleri illet suratlarıyla takılmaya başladılar. Birbirleri dışında, tek bir kimseyle dahi konuşmayı kendilerine yasak ederek içlerine kenetlendiler… Kesintisiz gıcık atmaya, korkutmaya, ürkütmeye, köşelere gizlenerek pat diye önümüzü kesmeye, mal gibi süzerek yolumuza gitmemizi engellemeye başladılar. Çok sinir ama çok da komiklerdi. Hallerine dayanamayıp da gülme tutunca ajanlıklarına halel getirmeden asabileşir, ama kaçınca ajanlığı unutup manyak gibi peşimizden kovalarlardı. Üstümüze saldırtma pahasına biz de onları sinir etmeye, saklamayı bırakıp alenen gülmeye başlardık. Zaten bazen kendileri de kendi yaptıkları salaklıklara gülüyorlardı. Ama güldüklerini bir gören olursa, göreni, gördü diye perişan ediyorlardı. Lakin bunların ajan olmaları bir bakıma iyi oldu, bize gırgır geçme için yeni ve taptaze bir kaynak daha çıktı.

(…) Onlar cehennem sıcağında bile çıkarmadıkları belden kuşaklı siyah pardösüleriyle bir ağacın altında şaibeli gözlerle etrafı keserek durur, geleni geçeni hem illet eder hem şenlendirirdi.” (Aysun Aslan Uğur, Anne Ben Leylek Mi Oldum? İnkılap Kitabevi, 2017 s. 252, 259)

Klasik balenin kıyılarında.

Aynı dönemde okulu kırma pratiğinde 30 gün sınırını aştığı için yatılılık hakkını kaybediyor. Artık gündüzlüdür. Allah’tan aile evi Ankara’dadır da okula devam edebilecektir.

Farklılık arayışı bazen de pragmatik çözümlere yönelmesini getiriyor:

“Piyano hocamız felaketti. En ufak yanlışta cetvelle elimize vururdu. Sonunda piyanodan nefret eder hale geldim. Tabii, her yıl ikmaldeyiz. Sınıfın kızları gayet güzel çalıp geçiyorlar. Önce onlar giriyor, oturaklı parçaları çalıp, hocayı efsunluyorlar. Arkadan biz en basitleri ite kaka çalabiliyoruz. Doğal olarak, çakıyoruz. Baktık, olacak gibi değil. Bir sınav öncesi, Erkan [Çimenciler] ile birer sustalı aldık. Kızlara, en kolay parçaları seçmezlerse, bacaklarına saplayacağımızı ve bir daha bale yapamayacaklarını üfürdük. Neyse, dinlediler. Biz de arada kaynayıp, o şekilde geçtik.” 

68 rüzgarı, 70’lerin ilk yarısında “farklı ergen”i siyasal bilince taşıyacaktır. Artık devrimcidir. Aralarında Müride Sun, Tacettin Uyanık’ın da bulunduğu küçük bir sol grup oluşur. En yakın arkadaşı ise Aydın Erol. Hani, 1987’de aptal bir kurşunla Almanya’da öldürülecek olan Dev-Yol’lu dansçı. Sosyalist bir Türkiye arzusu, önce okulun yakınındaki Site Öğrenci Yurdu’nda bulunan “faşist”lerle kapışmalarına yol açar. Üç beş kez hırpalanırlar. Birinde gözlükleri kırılır.

İntikamları sanatçılara özgü olacaktır:

Okulun arkasında bulunan, duvarları yüksek balkona gece yarısı müzik sistemi kurarlar. Site Yurdu’na yapılan klasik müzik yayınına, karşı taraftan atılan kurşunlarla yanıt verilir. (C. Canlı, Devrimci Bir Balet, Aydın Erol Kitabı, NotaBene Yn. 2018, s. 32)

Devrimci eyleme, Aydın Erol ile gittikleri Marmara Adası’nda bulunan Pomak köyü Kılazak (Topağaç)’ta devam ederler. Köylülere kooperatifleşmenin önemini anlatırlar. Olgunlukla dinleyen köylüler ise, onlara tavşan avlamayı ve kabaktan yapılan bardakta şarap içmeyi öğreteceklerdir.

“Duygu Abla” devrimi

İyi de, her şeyin devrimcisi oluyor da, dansın neden olmuyor? Şöyle, yerleşik olana, kurallara başkaldıran bir estetik…

O sıralarda, sahnedeki devrimcilik onun için Brecht adıyla özdeş. Ama, dansı içermiyor ki.

1973-1974’te derslerine giren “Duygu [Aykal] Abla”, aradığı hemen bütün yanıtları verecek, ona yepyeni bir kapı açacaktır: Modern dans. Yaşamının en büyük idolü artık Duygu Abla’dır.

Modern dans, klasik olana isyanı ile, farklılık arayışındaki devrimci Nasuh’u cezbetmiştir. “Hoşgörülü, sevecen, ilerici, farklı ve deneysel olana açık, hoş” bir kadın olan Duygu Abla, ilgisini, muhalif siyasal eylemden, muhalif sanatsal eyleme yöneltmeye başlamıştır.

Bu dönemde, bazen Devlet Tiyatrosu, bazen de Devlet Balesi’nde yevmiyeli olarak dans etmektedir.

1975’te okulu bitirir ve aynı yıl iki yurtdışı bursu verileceğini öğrenir. Başvurur. Bursu alacaktır. Gitmek istediği ülkeyi seçme hakkı vardır.

O yıllar, bale tarihimizin belki de en önemli siyasal kırılma anının tanıklarıdır. Türk balesinin kuruluşu için, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, tamamen siyasal nedenlerle davet edilen İngilizler tasfiye edilip, yerlerine Sovyet eğitmen ve koreograflar getirilmektedir. Önceleri hemen herkes İngiltere’ye giderken, artık seçenekler artmıştır. 

Nasuh Barın için kararsızlığa yer yoktur. Duygu Abla Almanya’yı işaret etmektedir. Kendisinden sonra, aynı okulda, Essen’deki Volkwang Yüksek Okulu’nda modern dans okuyan ikinci ADK’lı olacaktır.

Almanya entel vatan

Volkwang Kıta Avrupası’nda modern dansın en önemli okullarındandır. Alman ekolünün kurucularının okulu; Rudolf von Laban, Kurt Jooss, Pina Bausch…

Duygu Aykal orada Jooss ile çalışmıştır. Nasuh Barın’ın hocası Alman ekolündeki nadir Fransızlardan Jean- Maurice Cédron olacaktır. Pina Bausch ile tanışması da yine aynı okuldadır.

Önce Berlin’e gider. Goethe Enstitüsü’nde Almanca öğrenir. Yabancı dili sever. Yeteneği de vardır. ADK’da, haftada 6 saatlik İngilizce öğretimi ile Molly Lake ile konuşabilecek duruma gelebilmiştir. 6 aylık Goethe eğitimi Alman dilinde epey yol almasını sağlar.

Verimli bir Almanya dönemi geçirir. Alman dili, edebiyatı ve düşüncesiyle sevgi bağı kurar. Dans-Kompozisyon Kuramı eğitimini tamamladığında, artık, von Laban’ın dans teorisinin koşulsuz savunucusudur. Tabii, Alman kültürünün de.

O kadar benimsemiş, o kadar varlık nedeni saymıştı ki, aradan geçen 40 yılın hiçbir rötuşa yol açmadığı görülüyordu. Von Laban’ın bir Nazi işbirlikçisi olduğunu, el üzerinde tutulduğunu, Nazilerin “çağdaş” olarak tanımlanan hemen bütün sanat akımlarına karşı olmalarına rağmen, dansı ayrı tuttuklarını ima etmeye dahi cesaret edemedim. Zaten aklama işlemini çoktan yapmıştı. (BATI DANS TARİHİ, s.160)

Peki, ya sosyal yaşam?

5 yıllık, ayda 1000 DM’a yakın burs tutarı gayet yeterlidir. Gerekeni yapacaktır:

“Düsseldorf’ta güzel manitalar vardı. Caz kulüplere giderlerdi. Ben de onların peşinden gide gide caza alıştım.”

Artık özgüveni olan bir entelektüel dansçıdır. Çağdaş sanatın nabzını tutmuş, ”kapı gibi diploma”sıyla, yenilikleri ülkesine taşımak yolunda büyük umutlar ve heyecan içindedir.

1979 sonunda döner.

Eğitmenlik dansın omurgasıdır.

Ankara acı vatan

Oysa, hiç de hoş gelmeyecektir. DOB Genel Müdürü Yalçın Davran mesafeli bir yaklaşımla, “Dansçıya ihtiyacımız yok” der. Burslu okuduğu için mecburi hizmet yükümlülüğü vardır.

İlk şok: Bale yerine, Polatlı’daki çimento fabrikasına Almanca çevirmen olarak atanır.

Çareyi askere gitmekte bulur. Yedek subay olarak Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nda çevirmen yaparlar. Bir tümgeneralin “emir eri”ne benzer bir konumu da vardır. Generali opera temsiline götürür. Derdini anlatır. Bu sırada 12 Eylül olur. General Kültür Bakanlığı’nı arayıp, sorunun çözülmesini ister. Birkaç gün sonra Genel Müdürlüğe gittiğinde, Yalçın Davran bu defa kapıda karşılayacak ve ataması hemen yapılacaktır.

18 aylık askerlik biter.

Göreve henüz başlamıştır ki, ikinci şok gelir: Aida operasında elinde mızrak tutan asker rolü.

“Düşünebiliyor musun, 4 yıllık Almanya eğitiminden sonra layık gördükleri rol buydu.”

Balenin oldukça tartışmalı bir döneminde yönetimde bulunmuş Hüsnü-Evinç Sunal çiftinin bakış açılarını tanımlamak için kullandığı “Sunal’lar zihniyeti” ile yıldızının hiçbir zaman barışmadığını söyledikten sonra:

”Duygu Abla’ya da çok çektirdiler… Ankara’da kalsaydım, kanlı bıçaklı olacaktım.”

Ankara’da önü kapalıdır. Duygu Aykal Devlet Halk Dansları Topluluğu’nun başına geçmesini önerir. Oysa, onun hayalleri çok daha büyüktür. Dansta deneysel sıçramalar, fırtına koreografiler düşünmektedir. Pina Bausch’un “dans tiyatrosu” açılımını kutup yıldızı kabul eder.

Ankara’da askerlik süresi dahil toplam iki buçuk yıl kaldıktan sonra İstanbul’a geçmeye karar verir. İstanbul balesinin daha az bürokratik, daha esnek bir havaya sahip olduğunu düşünmektedir. Nişanlısının İstanbul’da olması, bu kararı almasında bir diğer etmen olacaktır.

Peki, ya İstanbul’un “erkek Duygu Aykal”ı olabilme çabası?

Hiç yabana atılmamalı.

Umutlar diyarı İstanbul

1983’te İstanbul’da, Miles Davis’in müziği üzerine “Maskeler”i yapar. İlk önemli modern dans denemesidir. Fena bir başlangıç sayılmaz. Ancak, balenin başında bulunan Oytun Turfanda ile aynı dalga boyunda değillerdir. Barın’a göre, Oytun Turfanda’nın başka öncelikleri ve kaygıları vardır. Yapıcı bir iletişim kuramazlar. Bir türlü marjinallikten kurtulamaz.

“Çok az şans tanınıyor modern dansa. Nedeni de her bilinmeyenden korkuluyor olması. Modern danstan da korkuluyor… Kurumların daha hoşgörülü davranmaları, genç koreograflara yaratıcı güçlerini sergileme olanağı vermeleri gerekiyor.” (Milliyet, 23 Nisan 1984)

Kısa sürede İstanbul da hayal kırıklığı kervanına katılacaktır; içlerinde Haldun Taner’in KONÇİNALAR’ı ile Stravinsky’nin İLKYAZ AYİNİ’nin de olduğu bir dizi projesinin hemen hiçbiri bale yönetimince kabul görmez.

İster istemez tiyatro koreografilerine yönelir. Ardından birkaç da opera koreografisi:

“-Tiyatroya dans yapmayı seviyor musunuz?

-Doğruyu söylemek gerekiyorsa, benim koreograf olarak yaratıcı gücümü tatmin etmiyor… Kendi koreografik devinim fantazyamı geliştiremiyorum.” (DT Bülten, yıl 2, sayı 6, 1989)

Yalnızlaşmakta, edebiyata ve rakı şişesindeki balığa yaklaşmaktadır. Sahneden uzaklaştıkça entelektüel refleks ve duyarlılığı artmakta, bu ise eleştirel tavır ile temellenen entelektüel isyanını körüklemektedir:

“Koreografik yaşantımı yönlendiren usta, Pina Bausch oldu bugüne değin… [Onda] önemli olan mesajdır ve bu mesaj entelektüel olmalıdır. Yani bir tür elitizm (seçkincilik) söz konusu burada. Amacım bu seçkinciliği Türk modern dans platformuna taşımak.” (Sanat Olayı, Kasım 1986)

1986’da yazınsal kurguyu dener. KIRPINTILAR başlıklı 85 sayfalık bir roman yazar. İlk 30 yılının muhasebesi gibidir. Otobiyografik fon üzerine felsefi düşünceler. İzleyen yıllarda giderek artan bir hızla benimseyeceği Alman “eleştirel” yaklaşımının ilk filizleri... Bir roman olarak başarılı bulmak kolay değildir. Çünkü “entelektüel” kaygı anlatının önüne geçmiştir. Bir daha da denemez. Kendini daha rahat hissettiği çevirilere yoğunlaşacaktır; yazınsal ve kuramsal. Favorileri arasında yeni dönemin çekici isimleri E. Bloch, T. Adorno, W. Benjamin de vardır.

Duygu Aykal’ın 1988’deki ölümü derinlere işleyecek sarsıcı bir etki yapar.

“İlginçtir; iyi işler yapanlar erken gidiyorlar: Pina Bausch, Fassbinder, Duygu Abla…”

Eğitim dünyası

Bale sahnesine yönelik hayal kırıklığını bir ölçüde giderebilmek, entelektüel kimliğinin üretkenliğini yaşayabilmek için akademik alana yönelir. Eskişehir Anadolu Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nde “Dans ve Hareket” dersleri vermeye başlar. (1990-1993) Sonrasında da, Mimar Sinan Üniversitesi (MSÜ) Bale Bölümü’nde “Dans Tarihi” ve “Sahne” dersleri. Buradaki ders notlarını BATI DANS TARİHİ adıyla kitaplaştırır. (Kültür Bakanlığı Yn. 1999) Alman ekolünün tipik bir yansısı olan bu yapıt önemli bir boşluğu dolduracaktır.

Farklılık ve isyan duygusundan uzaklaşmak istemez: MSÜ’deki derslerinden birini Beşiktaş’ın ünlü biracısı KAZAN’da yapmasını, o sıradaki okul yönetimi anlayışla karşılamayınca hocalık sayfası da kapanır.

Peki, MSÜ-Bale Bölümü’ndeki öğrencilerin ilgi düzeyini nasıl bulmuştu?

“Sonraları epey ünlü bir manken olan, hatta güzellik yarışmalarını falan da kazandı galiba, öğrencim, “Çarlık balesi Londra’da mı?” diye sormuştu.”

Kıskaç daralıyor

Bale sahnesi ne “muhalif”, ne de “entelektüel” kimliğini kabul etmiştir.

Niçin?

“Ben sevilmiyordum. Çünkü kitap okumayı seviyordum… ADK’nın en büyük eksiği kültürdü. Felsefi, siyasi, edebi… Yani hiçbir kültürel formasyon verilmiyordu. İyi atlayan, sıçrayan maymunlar yetiştirildi. Şiir okumayan, resim sergisine gitmeyenden koreograf olmaz… Bizim camiada okumuş, yazmış, edebiyat falan bilen çok azdır. Bir tane Yücel Erten vardır mesela. Keşke onun gibi üç, beş tane olsaydı.”

Geriye, zorunlu yalnızlığını seyreltecek içkisi ile babasının sandığında olduğunu şiddetle anımsadığı, kökleri ve muhalif kişiliğiyle uyumlu o kimliği kalmıştı: Alevi-Bektaşi.

Semahları modern dans gözlükleriyle incelemeye başladı. Kutsallık ve beden arasındaki bu bağın Batı’da olmadığını, modern dans için özgün bir soluk getirebileceğini düşünüyordu. Tabii, yine entelektüel kaygı ile:

“Bakıyoruz artık düğünlerde göbek atıldıktan sonra semah dönülüyor. Bu inançsal kültürel erozyonu gösterir. Günümüzde yapılsa yapılsa semah metodlarından yola çıkarak çok sesli bir bale süiti, yahut bir oratoryo gibi birşeyler yapılır. Fakat düğünlerde semah dönülmez. Ayini Cemlerdeki kutsal hava, bale tiyatro gibi yine kutsal olan mekanlarda anlam bulabilir.” (ayhanaydin.info, Söyleşi : 1995)

Ruhi Su’nun ölümünün onuncu yılında, 2 Ekim 1995’te AKM’de gerçekleştirilen RUHİ SU SANAT GECELERİ’nde, onun DEYİŞLER’ini koreografik bir sunumla sahneye taşıdı. 2002’de ise, Sevgi Sanlı’nın DT’de sahnelenen KAYGUSUZ ABDAL oyununun koreografisini yaptı.

Bektaşi kimliğini giderek öne çıkardı, vurgulu hale getirdi. Alevi-Bektaşi çevrenin önemli yayın organlarından NEFES dergisinde iki yıl boyunca sürekli yazdığı gibi, yayın kurulunda da bulundu.

Suraiya Faroqhi’nin ANADOLU’DA BEKTAŞİLİK adlı yapıtını çevirdi. (Simurg Yn., 2003)

Ama olmadı. Bardak bir türlü dolmadı. Yaratıcılık ve farklılık arayışı sahne dışında tek başına kesmiyordu. Yalnızlığı daha da arttı. Mutlak olacağını anlayınca, 61 yaşında emekliliğini istedi. İstanbul’da yaşayabilecek maddi olanaklara sahip olmadığı için de, 6 ay sonra Bandırma’ya yerleşti. Bale ile son bağlar da koptu.

“Balede olup biteni, yapabildiğim ölçüde basından izleyebiliyorum. Gördüğüm kadarıyla parlak bir şeyler yok.”

Geriye sayım başlamıştı. Son reveransı da “entelektüel” oldu: 2019’da, BİR MARMARA KARGASI” başlıklı ikinci kitabını yayımladı. (Cinius Yn., s.142 ) Son üç yıl hariç, iki yaşından beri her yaz gittiği Marmara Adası’nın bir anlamda sosyal tarihini bir karganın gözünden anlattı.

İlk kitabı KIRPINTILAR, yaşamının ilk 30 yılının, ikincisi ise, bütününün tanığı. İlkinin fonunda bale dünyası var. İkincisinde hiç yok. Kendine derinlikli bir yaşam tarihi aramak, tipik entelektüel tavırdır. O kadar kırgın ve kızgındı ki, bu anlamda, bir adanın tanığı olmayı, yarım yüzyılı geçirdiği bale dünyasınınkine yeğlemişti. 

Kişiliği ile alkol arasındaki bağlantı mı?

KIRPINTILAR kitabında bir sahne düşler: Çocuklukları birlikte geçmiş dört arkadaş 30 yıl sonra buluşurlar. Üçünü kısaca tanımladıktan sonra;

“… Dördüncü ise iyi bir, (“ben zaten en iyisini bilirim” ilkesini kendine bayrak edinip, olimpiyat şampiyonu gibi yaşamaya çalışıp ama bunu hiç beceremeyen, tersine yaşamayı okuyarak yaşayan, yani onu düşleyen ve bu yüzden de erken yaşlarda alkole başlayan) alkolik olsun.” (s.46)

Kendi mi?

Belki de.

Ve son 

Ayrılırken söyledikleri hepsinin özeti gibiydi:

“İyi şeyler yapmana izin vermezler. Ece Ayhan’ı tanırdım; çok doğru söylerdi: “Kötülüğün en iyi organize olduğu toplum Türk toplumudur.” Kıskançlık… Kıskançlık.”

Nasuh Barın baledeki klasik-modern savaşımının kurbanı mı oldu? Ya da, anglo-Amerikan, Alman ekollerinin yer tutma çabasının mı? Veya bizdeki “tipik bale insanı” profiline uymamanın mı? Yoksa, yaratıcılık ve yeteneği sınırlı olmanın mı? Ya da tersinin mi?

Yani, dönem mi yanlıştı, kendi mi?

Dedik ya, bu sorunun yanıtı artık yalnızca bale tarihini ilgilendiriyor. Nesnel ve her yönüyle kapsamlı bir bale tarihi ortaya konmadan verilecek her yanıt acele ve magazinel olur.

Tartışmasız olan mı?   

Balenin ilk entelektüeli ve ilk Bektaşisi oluşudur.

[email protected]